Yaşlılığın en sevimsiz alametidir; geçmişte daha ahlaklı, zarif ve samimi bir toplumun yaşadığını iddia etmek. Çoğunluk -her zaman- ihtiyaçları neticesinde bir ahenk oluşturur. ‘Ahenk’ kelimesi bizi yanıltmasın, kimi zaman son derece kıyıcı, acımasız bir senkronizasyon da tutturabilir; ‘çoğunluğu’ oluşturan unsurlar.

Siyaset, eğitim, medya vs. bu ahengi samimiyet, hürriyet ve ahlak gibi insani değerler üzerine bina ederse ‘gayrisafi millî hasıla’nın da yegâne gelişmişlik kriteri olmadığı bir dönem yaşanabilir.

Geçtiğimiz hafta medyada yer alan, bedensel engelli 7 yaşında bir kız çocuğunun konu olduğu haber; artık bu memlekette meselelerin ‘iyi niyet’ veya ‘ akl-ı selim’ ile çözülme imkânının iyice azaldığını göstermesi açısından, ibret vericiydi.

Zavallı kızın sınıfta yalnız bırakılmasının mazereti yok; ancak velileri ‘canavar’ ilan etmenin de mantıklı olmadığı da aşikâr. 25 tane ‘acımasız, bencil ve lafını bilmeyen’ ebeveynin bir sınıfta birbirini bulması nasıl mümkün olabilir?

Antalya Piri Reis ilkokulu kaynaştırma öğrencisi Selen önce diğer arkadaşları tarafından protesto edilerek yalnız bırakılmıştı. Sonra bununla da yetinilmemiş "okula gelmekte ısrar ederse linç girişiminde bulunuruz" diyen veliler olmuştu. Bugün o veliler sokakta geziyor, Selen okulunu bıraktı, evinde.

Yakın-uzak tarihimiz kulağımızın üstüne yattığımız nahoş sayısız örnekle dolu. Erdemli davranamadığımız, inisiyatifi ele alıp akıntıya karşı durmaktansa, sorumluluğu çoğunlukla paylaşıp, rahatladığımız durumların sayısı hiç de az değildir. Hatta sosyalliğin şiarı, bu konfor ve güven hissi bile olabilir. Yine de ‘toplumsal ahengimiz’in de ‘ayrımcılığa’ doğru evrildiğini tespit etmemiz gerekiyor.

1978 senesinde ilkokula başladım.

Benzin kuyruğunu da, akaryakıt sıkıntısını da hatırlıyorum. Okullarda eskimiş gazeteler toplanırdı. Apartmandaki tüm komşular, gazetelerimizi karıştırır ve okul idaresine bu karmayı teslim ederdik ki sağcı-solcu kimsenin siyasi görüşü belli olmasın. Yani pek matah zamanlar değildi.

Ensemi ince bir çizgi halinde zımparalayan kolalı beyaz yakam ve kara önlüğümle sınıfımın sırasına girdiğimde kemikli ve yaşlı yüzüne yakışmayan sık sarı saçları ile bizi kibirli bir eda ile süzen; uzun boylu, uzun parmaklı, asabi görünüşlü sınıf öğretmenimden hiç de hoşlanmamıştım.

Bu hayal kırıklığı ile sınıfa gittiğimizde, öğretmen kürsünün hemen önünde, benim üstümdeki kara önlükten daha kaliteli parlak kumaşı ve yumuşak bembeyaz yakası ile bir öğrenci tüm endişelerimi unutturdu. Zira hepimizden çok daha küçük bedeni, açık kahverengi -neredeyse yok denecek derecede seyrek- saçları ve bir ihtiyar için bile buruşuk derisi ile “yaşlılık hastalığı” diye bilinen progeria hastası bir çocuğun benim zihin dünyamda bir karşılığı yoktu.

Tarık 3. sınıfa kadar yaşadı.

Bir gün o asabi görünüşlü, uzun boylu zayıf ve yaşlı kadın derse çok geç girdi. Mutadı olmadığı halde sandalyeye çöktü ve -herhalde ne yapacağına karar veremediğinden, en kısa yoldan- titreyen sesiyle, “Çocuklar bugün Tarık öldü.” dedi ve bizim önümüzde duracak kuvveti olmadığı için sınıftan çıktı.

Tarık’ı gerçekten seven bir sınıf dolusu çocuk hıçkırıklar içinde ağlamaya başladık.

Zira, okulun ilk gününde meraklı ve endişeli bakışlarımızı üstünden alamadığımız bu hastanın içindeki insanı tüm berraklığı ile gösteren o asabi görünüşlü öğretmenimiz olmuştu. Seniha Hoca, Tarık’ı asla yalnız başına oturtmadı. Önceleri bu farklılıktan korkmayan iki üç çocuk dönüşümlü olarak Tarık’ın yanında oturdu. Sonraları ise ancak “hak edenler” yanına oturma imtiyazını elde etti.

Hülasa, 1. sınıfın ilk döneminin ortalarında, artık Tarık da bizden biriydi. 3 sene boyunca, koridorda koşup oynamadıysa da, ne tecrit edildi, ne de devamlı gündemi işgal etti

Gerçekten çok zarif bir çocuktu. Cılız vücudu, yavaş hareketlerinin beslediği bir kibarlığı vardı. Dikkat çekecek derecede özenli ve temizdi. Yazısı düzgündü. Defterlerinin kenarlarında kesilmiş zarf köşeleri ve üstünde ataçla, defter yaprakları dümdüzdü.

Sakin bir ifadesi vardı. Beklemeyi en iyi bilendi. Hastalığının, insanların ona tekrar tekrar bakışını hazmetmenin getirdiği bir bilgelikten bile söz edebiliriz.

Seniha Hoca hep hatırlatmasa da onun ne kadar düzenli ve akıllı olduğunu hepimiz biliyorduk. Sınıfımızın en akıllısı, en uslusu, en kibarı ve en temizi hep Tarık’tı. Bu övgüler ne kadar samimi, ne kadar isabetliydi; şimdi kestirmek zor. Fakat, Seniha Hoca’nın da insanları ayırt etmediğini gayet iyi biliyorum.

Tarık okula başlayacağı zaman ailesi, akranı olan bir tanıdıkları ile aynı sınıfa gitsin istemiş. Ancak, çocuklar kurada farklı sınıflara düşünce; bir çözüm yolu bulmak için görüşmeler başlamış. Tarık’ın diğer sınıfa nakli rica edildiğinde “Tamam, ben Tarık’ı alırım ama iki kapıcı çocuğunu da o sınıfa veririm.” demiş diğer öğretmen. Durum Seniha Hoca’ya anlatıldığında Seniha Hanım, “ Evvela Tarık’ı vermem! Arkadaşını da sınıfıma alırım… Ayrıca o iki kapıcı çocuğunu da göndersin onları da bırakmam.” deyip, noktayı koymuş.

Dünyanın tahtayı en güzel kullanan insanı olan Seniha Hanım, Tarık rahmetli olduğu sene emekliye ayrıldı.

Emeklilik yaşı zaten gelmiş olan bu eğitimciyi; öleceğini bildiği çocuğunu her gün okula getirip, okuldan alan anneyi seyretmek de yormuştur. Sınıfındaki her çocuğun kalbine bu güzel yavrucağın sevgisini aşılamışsa da, o çocuk teneffüslerde yalnız kaldığı an; çaresizliği de hissetmiştir.

Tarık’ın cenazesine -ne kadar çok istediysek de- katılamadık.

Bizi temsilen sınıfımızdan iki kişi çelengimizi taşıdı. Sanıyorum, diğer öğretmenin başından atmak istediği çocuklardı onlar. Seniha Hanım’ın Tarık’ı emanet ettiği arkadaşları. Kavga etmek istemeyeceğiniz, arkadaşınızsa yanında kavgaya girmekten korkmayacağınız, düşünmeye korktuğunuz küfrü besmele gibi ağzından eksik etmeyen o iki çocuk ağlamaktan çelengi doğru düzgün taşıyamamış.

İşte Türkiye’nin uzun sürecek bir karabasana mahkum olduğu o senelerde Seniha Hanım, o sınıfta öyle bir ahenk tutturabilmiş! Veliler de bu ahengi bozmamışlar.

Allah hepsinden razı olsun. Tarık’a ve Seniha Hoca’ya rahmet eylesin.

Şüphe yok ki; bugünkü veliler ve hocalar gibi, onlar da çocuklar için en doğrusunu yapmak niyetindeydiler. Ama oluşturdukları ‘ahenk’ ne kadar farklı? Yoksa 7 yaşında, engelli bir kız çocuğunun odağında olduğu bir durum, tarafları bu kadar çaresiz bırakmamalıydı. Unutmamak lâzım ki, okullarımızdaki ‘uyumsuzluk’ ve ‘şiddet’e çözüm arayışları içinde velilerin çocuklarını okula yollamaktan vazgeçmek gibi bir alışkanlıkları yok. Bu örnekte, 7 yaşındaki kız çocuğunun engelli bir birey olduğunu hep aklımızda tutmalıyız. Selen Sargın’ın fiziksel kapasitesinin yeterli olduğu bir durumda, muhakkak ki “çoğunluğu” aklıselime davet eden veliler de öne çıkacaktı.

Bu hakikat, içinde bulunduğumuz durumu daha da vahim hale getiriyor.

En nihayetinde eğitim amacı ile bir araya gelmiş insanlardan, bu tarz dilemmalarda ahlaklı, sorumlu ve vicdanlı bir çözüm zuhur etmeyecekse; günün en güzel saatlerinde onca veledi binalar içine tıkmanın ne hükmü var?

Not: Bu yazıyı yazmadan önce ilkokul arkadaşlarımın bazıları ile yazıştım. Paylaşılan hatıralar ve müşterek hissiyat; elbette ki kendimi daha iyi ifade etmemde çok yardımcı olmuştur. Hepsine teşekkür eder, eksikliklerim için de özür dilerim.