Geçen hafta John Lennon ve Paul McCartney’in Liverpool’daki çocukluk evlerini ziyaret etmiştim. Son yıllarda ünlülerin doğdukları evleri gezmeyi adet edindim.

Granada yakınlarında bir evde yaşadığım için Federico Garcia Lorca’nın çocukluğunun geçtiği evleri de görme şansı buldum. Hani şu doğduğu Fuente Vaqueros’taki ve ailesiyle birlikte kışlarını geçirdiği Valderrubio’daki evler…

Oraya gittiğimizde hava çok sıcaktı. Granada’ya ulaştığımızda hava sıcaklığı 40 dereceyi bulmuştu. Avukatımızı gördükten sonra Paseo de Ronda’daki bir mobilyacıdan ayna satın aldık. Tezgâhtar kıza “ağır mıdır” diye sordum, o da “hayır” dedi. Onun aynayı bir parça kağıt ağırlığındaymışcasına kolayca kaldırmasına aldanıp yüklendim ben de…

Ama bence bu kız İspanyol halter takımından olmalı. Aynayı park yerindeki arabaya taşırken ruhumu teslim ediyordum neredeyse. Dükkânda göründüğünden ne kadar ağır ve büyük olduğunu o zaman farkettim. Birden bire kendimi ağır, metal bir aynayı, Granada’nın ortasında, kavurucu yaz sıcağında taşırken bulmuş oldum. Neyse ki Federica Garcia Lorca’nın daha bir hafta önce ziyaret ettiğimiz Huerta de San Vicente’deki yazlık evine çok yakındık. Milliyetçiler onu burada yakalamış ve öldürmüşlerdi.

Lorca’nın cümlelerini hatırladım: “Biz gideceğiz ama Granada kalacak. Zamandaki sonsuzluğuna inat zavallı ellerimden kayıp gidecek -benim ellerim, bir annenin en küçük oğluna ait eller”. Kimsenin Granada’yı tam olarak anlayabileceğini düşünmezdim, ta ki o koca aynayı Calle Virgen Blanca’dan sırtımda taşımaya yeltenene kadar.

Yani ilk kez İspanya’yı tam manasıyla kavradığımı düşünüyorum. İspanya Sosyalist İşçi Partisi’nin Ley de Memoria Historica’yı (Tarihi Bellek Yasası) neden bu kadar önemseyerek parlamentodan geçirdiğini de anlayabiliyorum. Bu yasayla Franko rejiminin Lorca gibi işkence edip öldürdüğü, toplu mezarlara gömdüğü, birçoğunun nerede olduğu bile bilinmeyen insanlarla ilgili araştırma ve soruşturma yapılması planlanıyordu.

Yıllar boyunca İspanya’da El Pacto de Olvido -Unutma Yasası- denilen bir yasa uygulandı, tüm anılar bir şekilde bastırıldı, ama bu yasa da zamana yenildi. Böyle bir yasanın kendim için kurtuluş olacağını düşünmüştüm oysa, çünkü kendi zamanımdan komünist bir ailenin devrimci bir çocuğunun anıları üzerine çalışıyordum. Bütün ergenler ailelerine isyan ederler. Anne ve babalarından farklı olmaya çalışırlar, bunun için de onları rahatsız edecek yöntemler geliştirirler. Ama aileyle ilişkiyi kökten söküp atmak o kadar da kolay değildir. Ama annem Molly ve babam Joe gibi solcu anne-babaların çocuklarıysanız işler biraz daha karmaşık hale gelir. Bir kere böyle bir anne-babanın çocuğu olmaktan hoşlanırsınız. Ama yine de isyan etmek istersiniz, kendi yolunuzu bulmak zorundasınızdır. Ben de komünist olmaktan vazgeçmek yerine annemlerinkinden farklı bir komünizm geliştirdim.

1950’lere kadar iki devasa sosyalist devlet, Sovyetler Birliği ve Çin, birbirine iki devletin olabileceği en samimi şekilde yakınlardı. Ama aynı on yılın sonlarına doğru araları açılmaya başladı. 1961’de Mao ve Çin Komünist Partisi açıkça Sovyetler Birliği’ni “bir grup revizyonist hain devlet grubu” olarak nitelendirdi.

Aralarındaki çatışmanın kaynağı “milli çıkarlar”dı; nükleer teknolojiye erişim, liderlerin kişisel problemleri vs. Fakat asıl ve en önemli problem Sovyet devriminin tarihsel mirasını kimin sahipleneceğiydi. 1956’da Kruşçev, parti kongresine yaptığı gizli deklerasyonda Stalin’in etrafında bir “kişilik kültü” oluşmaya başladığını ve bu kültün Büyük Tasfiye hareketi esnasında korkunç suçlar işlenmesine yol açtığını söyledi.

Takip eden birkaç yıl boyunca Kruşçev Sovyet sistemini reforme etmeye, tüketici maddelerinin üretiminin geleneksel ağır sanayinin önüne geçmesi için politikalar geliştirmeye ve hukuksal sistemi bir parça olsun liberalleştirmeye çalıştı. Bu sayede Macaristan ve Doğu Almanya’daki isyanlar görece küçük müdahalelerle dindirilse de, BAtılı komünistler Kruşçev’in politikalarından memnuniyetsizliklerini her fırsatta dile getiriyorlardı. Onlara göre komünist bir toplum vatandaşlarına birden fazla sistem arasında seçme hakkı tanımamalıydı. Sovyetlerde ve Çin’de yaşanan değişim süreci, ortaya çıkarttığı intikamcı karakterlerle, püritenlere has özel bir sosyalizm türü yarattı.

İşte tam da o esnada, annemler hâlâ Sovyetleri desteklerken, Maocu olmaya karar verdim. Ve nihayet kahvaltada şiddetli tartışmalar yaşanmaya başlandı:

“Lexi, annene bürokratik kapitalist ortayolcu diyemezsin!”

“Ama öyle baba! Kim ki kendisini kol işçisinden ayırır, kitlelerden uzaklaşır ve kaçınılmaz olarak bürokratikleşir. Başkan Mao’nun söylediği gibi ‘İşler büroda oturup, elleri değil, çeneyi çalıştırarak yürütülemez.'”

“Ne dediğinin farkında mısın Lexi? Hayatında bir gün bile kol gücüyle iş yapmadın daha!”

“Molly, sen bir kızıl faşistsin. Müsaderecisin! Tek sesçisin! Futbol formam hazır mı, çünkü yarın okuldan sonra çifte maç yapacağız!”

Şimdi Mao’nun baskı rejimine duyduğum hayranlıktan dolayı kendimden bir miktar utanıyorum. Geçenlerde “Yapılan Hatalar (Ama Benim Tarafımdan Değil): Aptalca İnançlarımızı, Kötü Kararlarımızı ve Acılı Eylemlerimizi Neden Haklılaştırırız?” (Mistakes Were Made (But Not by Me): Why We Justify Foolish Beliefs, Bad Decisions and Hurtful Acts) başlıklı bir kitap okudum. Aranson ve Tavris adlı iki sosyal psikolog tarafından yazılmış bu kitap, insan psikolojisinin doğruyla yanlışı birbirine karıştırmaya ne kadar da yatkın olduğunu anlatıyor. George Orwell’dan harika bir alıntı da yapmışlar:

“Hepimiz doğru olmadığını bildiğimiz şeylere inanma yetisine sahibiz ve bunu yaptığımızda yanlışın yanlışlığını onaylamaktan başka bir şey yapmış olmayız, gene de başından beri ne kadar haklı olduğumuzu söylemekten kendimizi alamayız. Entelektüel olarak bu tür bir hali belirsiz bir zamana kadar sürdürmek mümkündür: Ama eninde sonunda yanlış inancınız katı gerçeklikle çarpışacağı bir savaş alanına rastgelir.”

Afganistan’da olup bitenleri haklılaştırmaya çalışanları gördükçe bu cümleleri hatırlamadan edemiyorum.

Alexei Sayle: İngiliz stand-up komedyeni, yazar ve oyuncu.

Not: Aslında 2009 yılında yayınlanmış olsa da güncelliğini uzun bir süre daha kaybetmeyecek gibi duran bu yazıyı başta Ali İlyas Solmaz olmak üzere, geçtiğimiz iki yıl boyunca yavrulayan tüm arkadaşlarımın çocukları için çevirdim… Sevgili arkadaşlarım, dilerim çocuklarınız en az sizler kadar isyankâr olur… Ayşe Ç.

Kaynak: The Independent