Metin Solmaz: Gezi’den çıkan ürünlere yaratıcılık açısından ne diyorsun? Küçük klipler yapıldı, yüzlerce binlerce grafik üretildi. Dâhiyaneydi çoğu. Bir de kolektif oldu, bir tür anonim. Biri bir şey yaptı. Öteki üzerine ekledi. Bunların geleneği filan yoktu bir günde ortaya çıktı. Ve o bir günde çıkmış olan şey geleneği olan Batı ülkelerini solladı, esti geçti. Düşün ki Amerika’da Vietnam’dan Fransa’ya 1968’den beri sürekli muhalefet için üretilen bin türlü malzeme var. Ve bunların içine doğuyor bu herifler. Bizim bu çocuklar bunların içine doğmamış olmalarına rağmen bunlardan iyisini yaptılar ve koydular masanın üzerine.

Bülent Somay: Doğunun geç kalmışlığının avantajı böyle bir şey. Doğru, her şeye geç geliyoruz ya, demokrasiye de geç geldik. Tabii geç geleceğiz; çünkü farklı yerlerden geliyoruz. Kendi halimize bıraksan hiç gelmeyecektik ama itile kakıla geliyoruz. Şöyle bir şey var, 1968 diyorsun, bugün 1968’den hangi sloganı hatırlıyorsun? “Hatırlanmaya değer her şeyi istiyoruz, hemen”. Şimdi başka.

M: O bile çok hatırlanmıyor ya… Vaktinde çok severdim o sloganı.

B: “Çünkü maksimalist olmayın” gibi lafları çöpe atıyor filan. Benim kuşağımdan Gezi’yi eleştiren kaç insan maksimalist kelimesini kullandı farkında mısın? Halbuki 68’in sloganı da “Maksimalist olun, her şeyi isteyin, şimdi isteyin”. Ben bile yaptım. Yumurtaların hepsini aynı kefeye koymayalım filan gibi laflar ettim. Başka da büyük laf hatırlamayız şu an. Hatırlar mısın Metis’in “Duvar Yazıları” kitaplarını? ’80’lerdir. O duvar yazılarını düşün, “Çok daha iyisini yazıyoruz şimdi” diyeceksin.

M: Onlar da iyiydi. İkincisi zorlamaydı ama ilki güzeldi.

B: İlki Firuz’la karısının ortak bir çalışmasıydı ikincisi iktisatlı diye yapılan bir şeydi zaten zorlamaydı.

M: İlki gayet iyiydi ama o kadardı.

B: Sorun şu ’68 olmuş, bir gelenek bırakmış. Duvar yazıları, tek cümlelik şeyler… Ondan sonra üstüne 70’ler ve 80’ler girmiş. Artık öyle devrimci bir hava, aciliyet yok. Bizimkiler rafine olmuşun içine giriyorlar. Sıfırdan hiçbir şey yaratmıyorlar.

M: Bir yandan bilmeleri beklenmeyen şeyleri de kullanıyorlar malzeme olarak. Mustafa Keser’le senin ne işin olur aslında.

B: “Freddy Mercury’nin askerleriyiz” nereden çıktı? Zamanında spontane olarak çıkmış ve rafine edilmiş duvar yazıları, sloganlar kültürü var.

M: “Batının biriken geleneğinden bunlar da sebeplendi.” diyorsun.

B: Bunlar spontane ortaya çıktılar. ‘68 gibi sıfırdan bir şey yapmak zorunda değillerdi. Bir de bunun üstüne Türk hiciv geleneği var. Batıda olmayan bir şey o. Öyle bir hiciv geleneği Batıda hiçbir zaman olmadı çünkü.

M: Şey de aslında çeviri kokuyor şimdi, sen söyleyince aklıma geldi. “Hey, bu biber gazı bir harika dostum” filan dümdüz Amerikan dizisi çevirisi.

B: Evet, ama onunla da dalga geçiyor.

M: Onu benimsediği için demiyorum ama kullandığı dil oradan alınma.

B: Bu Amerikan dizilerinin tek cümlelik laf çakma, özellikle komedi dizilerinin laf çakmalarını alıp, ona Aziz Nesin’in getirdiği 18. yy. hiciv geleneğini koyup, oradan Akbaba, Gırgır ve Aziz Nesin üzerinden geldiği bir yer var. Oradan rafine olmuş bir duvar yazısı sokak sloganı kültürünün üzerine oturttuğunda iyi bir şey çıkıyor. Çıkmasa şaşardım.

M: Bu kadar mı iyi bir şey çıkıyor? O zaman bu adamlar kuma yatmış bekliyorlar mıydı? Bu gelenekleri emip emip, kendi kısıtlı çevrelerinde biraz kullanıp sonra akacak mecra buldular ve…

B: Leman, Uykusuz, Penguen. O üçlü her sayılarında böyle yirmişer tane slogan veriyorlardı. Fakat biz farkına varmıyorduk. Çünkü sokakta bağrılmıyordu, duvara yazılmıyordu ama vardı o.

M: Bobiler.org’da ziyadesiyle vardı.


B: Benim favori sitem Zaytung. Zaytung, Gezi ile mi çıktı?

M: Zaytung, Gezi’de de çok iyi performans gösterdi bu arada.

B: Zaten Gezi’yi önceden bilmiş sanki. Adamların işi bu. Abartma meselesi Türkiye’de ne kadar kolay. Çünkü çok uğraşmana gerek yok. Bir tık abarttın mı komik oluyor. “Sabaha karşı torba yasayla CHP MHP ve BDP AK Parti’ye verilmiş” haberini düşün. Bundan bir gün önce AK Partililer CHP’liler lehte oy veriyor diye kendi kanunlarını geçirmediler. Böyle bir ülkede yaşıyoruz. Daha ne olsun böyle komik bir ülkeyiz. Ben şaşırmıyorum. Fakat burada edebiyat bekleme. Bundan yeni bir Gezi edebiyatı çıkmayacak.

M: Neden, her şey mi hicivden ibaret?

B: Evet. Bu hiciv ve hicivin doğru alanı yazılı kağıt değil görsel medya. Sinema, TV dizisi, ufak ufak yapılan işler, grafik, duvar yazısı, resim filan. Buralarda bekle. Ama buradan edebiyat bekleme.

M: Aşırı iktisattan mı yoksa memlekette edebiyat takip alışkanlığı olmamasından mı?

B: Hayır, vardı da benim çocukluğum ve gençliğimde çok okunurdu. Aziz Nesin bir bestseller’dı. Şimdi kimse alıyor mu peki Aziz Nesin’i? Yazdıkları artık komik mi? Değil. İnsanlar almıyor artık. O zahmete girmiyorlar çünkü.

M: Bir yandan da 100 bin ila 200 bin basılan romanlar peydah oldu. Ahmet Altan, Livaneli, Elif Şafak bilmem ne… Eskiden aynı adamlar veya muadilleri yazarlar üç bin veya beş bin basılırdı.

B: Nüfusa oranla 60’lar derken 30 milyon Türkiye’den bahsediyoruz.

M: Yarısı 50 bin çıkan var mıydı?

B: Tabii ki.

M: Toplamda satan değil birinci baskı 50 bin çıkan?

B: Öyle bir matbaa yoktu ki. Birinci baskıyı çok yüksek basmak vurgundu. İkinci ve üçüncü baskı da düşer, 10 biner gelmeye başlar. Ama sen hem çok satmış hem çok baskı yapmış olursun, yayıncılık yaptığım için taktikleri biraz biliyorum. O zaman yayıncılığın alternatifi yoktu ki taktik yapsınlar. Bakardı, ne kadar kâğıt var matbaaya ne para vereceğiz ona göre basılırdı. Ondan sonra hadi bir daha basılırdı. O yüzden 50. baskılar olurdu. Uğur Mumcu kaç baskı yaptı biliyor musun? Çetin Altan kaç baskı yaptı? İlk baskıda 100 bin yapamıyordu ama toplamda inanılmaz baskılar yaptı.

M: 70’lerin edebiyatta bestsellerı kim olabilir?

B: Adalet Ağaoğlu ve Sevgi Soysal.

M: Kaç satıyordu 5 bin, 10 bin?

B: Daha fazla. Ama Orhan Pamuk çıktı yüz binle. Öyle bir şey yok tabii. Ama Orhan Pamuk’un ne kadar basıldığını değil ne kadar okunduğuna bakmak lazım.

M: Orhan Pamuk değil belki ama Elif Şafak’ı alan okuyor. Kötü olabilir ama okunuyor.

B: Bunun için mi Aşk’ın gri kapaklısı basılıyor? Gri kapak ama yahu. Aşk, Mevlana romanı. Pembe kapaklıydı. Sonra kamuoyu araştırması yapıp anladılar ki erkekler almıyor. Sonra gri kapaklısını bastılar. Bu aldığı kitabı okuyan insanlara yapılan bir pazarlama stratejisi mi sence? Gene uzun yıllar yayıncılık yapmış biri olarak cevap vereyim, “hayır” abi.

M: Bu kör bir tartışma ama Orhan Pamuk okumanın bir karizması olabilir. Umberto Eco efekti. O da çok alınır, okunmazmış ya. Elif Şafak okumakta bu da yok. Yani öyle bir karizması yok. Ama insanları birbirine Elif Şafak önerirken, överken görüyorum duyuyorum. Ama Orhan Pamuk’u insanlar birbirlerine böyle referansla söylemiyorlar. İçinden söyleyebilecekleri bir şey yok çünkü. Okumadıkları çok belli.

B: Elif Şafak’ta da öyle. Basan Elif Şafak editörlüğü de yaptım diyor. Bu konuda fikrimi soruyorsan mesela Türkçesi Elif’in, Orhan Pamuk’tan daha iyidir. Tanpınar okuyan biri olarak ondan sonra Orhan Pamuk falan filan gelir insanın aklına. Elif öyle değil, Türkçeyi daha iyi kullanır ama konuları zayıftır. Onun da bir tane konusu vardır, “Mahrem” oldu. Ondan sonra Bit Palas’ta yaptı. Araf’la birlikte gitti. Öte yandan içinde Elif’in alıntılanabilir güzel özlü sözleri vardır.

M: 140 karaktere uygun.

B: Kesinlikle, dolayısıyla iyi bir Türkçe içinde de akılda kalır özlü sözleri insanlar alır, şöyle bir bakarlar, güzel birkaç lafı alıp birbirlerine tavsiye ederler, o zaman o da satar. Başka kim var? Ahmet Altan’ı millet porno alır gibi alıyor, herif belden aşağı ne yazmış merakıyla alıyor yani. Türkiye’de edebiyat vallahi yok.

M: Yokluğunun farkındayım. Yine de ben olacak diye umuyorum.

B: Var ama yok. En güzel örnek Murathan kısa öykü yazınca satıyor; roman yazınca satmıyor. Kimse Şairin Romanı’nı alıp baştan sona okuyamaz; çünkü rafine ve ağdalı dille uzun bir fantastik konu izlemek falan yok böyle bir alışkanlık. Hatta kırk tane ikişer sayfa olsun, onu istiyorlar.