Bu dünya her zamanki dünyadan daha kötü bir dünya falan değil…

Bir çocuk doğduğunda hep birlikte alkışlıyor, seviniyor, kutluyoruz. Ama aynı zamanda bir ölümlüye de sahip oluyorsunuz, şu andan itibaren kaybedecek bir şeyiniz daha var. Sert ama gerçek bu. Birbirimizi sevmemizin nedeni de bu…

Çocuk bir anlamda kaçamayacağımız bir ilişki olduğu için kendi tekamülümüzün de bir parçası. Adam ediyor bizi. Çarpıyorsun duvara, gidiyorum diyemiyorsun. O seni nevrotik saçmalıklarınla da karşılaştırıyor, ödlekliğinle de, korkaklığınla da, kendi iktidarınla da, her şeyinle…

Sevişirken hangi açıyla sevişmek lazım, memenin neresini yalamak lazım gibi kitaplar ne kadar anlamsızsa çocuk bakımı ile ilgili olanlar da o kadar anlamsız. Hemhal olursan eşinle, partnerinle, çocuğunla; o bedenler o ruhlar birbirine onu söyler…

Ilık bir akşamüstü, terasta rakı eşliğinde konuştuk Cem Mumcu ile. Öyle senli benli röportajlara biz de çok bayılmayız, ama ortamda rakı + güzel sohbet olunca ister istemez öyle oldu. Cem Mumcu’yu bulmuşken pek çok şey konuşmak istedik, konuştuk da. Tadı damağımızda kaldı. Umarız beğenirsiniz.
Gökçe Altunay – Metin Solmaz

Gökçe: Niye çocuk yapmak istiyoruz biz?

Tek nedeni yok. Herkesin kendine özel nedenleri var ama genellersek insanların yüzde 80’e yakını sorduğunda öleceklerini biliyorlar güya. Ama projektif testlerle yaklaştığımızda, direkt sormadığımızda bilinçdışına yönelik sorduğumuzda yüzde 80’i aslında ölmeyeceğini zannediyor. Bu ciddi bir oran.

Metin: Ne demek bu?

Hakikaten ölümsüz olduğunu zanneden bir tarafıyla yaşıyor. Dilimizle söylediğimiz kortikal düzeyde söylediğimiz şeyler bizim… Şöyle anlatırsam belki daha da iyi anlaşılacak; tatile gidiyorsun, anal fissür diye bir şey var, bunlar en çok tatilde kanıyor.

Gökçe: Niye?

Çünkü korteks (beynin üstü) modern anlamda insanın düşündüğünü düşündüğü yer, tatile giderken şunu söylüyor; “Allah’ım ne güzel denize gireceğim, ne güzel yeni yerler göreceğim, belki bir kızla tanışır sevişiriz” diyor; ama alt beyin, çok derinlerdeki subkortikal düzlem şunu söylüyor; “Göç ediyoruz bir sorun var!” Boşaltım sistemi hemen tepki gösteriyor. Dolayısıyla da fissürlerin çoğu da tatilde kanıyor. Bizim kendimizi zihnimizin bildiği, seconder süreç dediğimiz, yer ve zaman bilgilerinin oryante olduğu, rüya dışı normal halimizle bir de primer süreç düşünce denilen bir yer var, oranın ifadesi aynı değil. Zihin kısmı ‘bütün insanlar ölüyor tabii ki ben de öleceğim’ diyor ancak yüzde 80’inin bundan haberi yok. Ölüm bilincinin insana kattığı çok önemli bir şey var, ama biz bir anlamda o subkortikal düzlemin korkularıyla da ölmemeyi isteyen bir tarafımız vardır. En önemli sebeplerden birisi bu.

Gökçe: Çocukla ölümsüz mü oluyoruz?

Çocukla neslin devamını sağlamaya, iz bırakmaya çalışırız.

Metin: Kendi devam ediyormuş gibi mi düşünüyor insan?

Evet, zaten biyolojik olarak da bunun kodları var bizde.

Gökçe: Peki bu sadece şehirli veya köylü değil bütün kadın ve erkek…

İnsanlar idam edildiklerinde, asıldıklarında sperm boşaltırlar, ereksiyon olur. Ölüm deneyimlerinde, yani agonilerde, yani can çekişmelerde ereksiyon olur. Yani insanın libidosu ya da Eros’u Thanatos’un karşısında çalışır. Thanatos olmasa Eros diye bir şey olmaz. Gerçek anlamda ölümsüz olduğumuz bilgisi gelse bize bu röportajı biz yapmayız. Aslında bizi yaşama bağlayan Eros’umuzu harekete geçiren şey Thanatos’un kendisi, dolayısıyla bunu kaybetmiş bir insan sürüsü var. Dolayısıyla Eros’a dair her şeyimizin Thanatos’la ilişkisi var. Çocuk da bunlardan biri. Mesela deprem zamanlarında çocuk sayısının hangi oranlara yükseldiğine bakın.

Gökçe: Savaş sonrası..

Evet, savaş sonrasına bakın, çocuk sayısına bakın. Ölüm korkusu geldiğinde mutlaka bunlar artar. Sıradan subkortikal düzeyde insanın hayvanı buna yönelir. Bu bir tanesi. Bunun dışında bir sürü toplumsal figür var. Mesela şu an anne olmak adeta bir başarı kazanmış olmak hatta bir statü gibi algılanıyor maalesef.

Metin: Peki böyle bir dünyaya yavrumu nasıl getireceğim retoriğinin sebebi ne?

Bir yığın gerçekliği var bu dünyanın gidişatına bakıldığında…

Metin: Haklı bir hissiyat mı hakikaten? Bana hep bahane gibi geliyor, çocuk yapmak korkutucu olduğu ve o da tırstığı için…

Bir kısmının bahanesi, bir kısmı bununla rasyonalize ediyor durumu. Bir kısmı da bununla rasyonelize etmiyor, aynı zamanda da korkuyor olabilir. Ama bu dünya geçmişteki dünyadan daha zor falan değil. 1. Dünya Savaşı’nı düşünün, 2. Dünya Savaşı’nı düşünün, 1800’lere gidin, 1600’lere gidin..

Gökçe: Veba, cüzzam..

Vebayı düşünün dersem o zaman nasıl bir dünyaya getireceğim çocuğumu sorusunun saçmalığını daha iyi görürsünüz. Bu dünya her zamanki dünyadan daha kötü bir dünya falan değil. Ama bir kısmının rasyonalizasyonu ve bir kısmının da korkusu. En temel şeylerden biri şudur: Bir çocuk doğduğunda hep birlikte alkışlıyor, seviniyor, kutluyoruz. Ama aynı zamanda bir ölümlüye de sahip oluyorsunuz, şu andan itibaren kaybedecek bir şeyiniz daha var. Sert ama gerçek bu. Birbirimizin sevmemizin nedeni de bu. Sen beni hiç tanımasan bugün burada tanışsak, buradan çıksam eve gitsem ölsem ben, sen de yarın bunun haberini gazeteden okusan, iyi herifti sohbet etmiştik diyebilirsin. Biz eğer bu sohbeti seninle 20 yıl yaparsak aynı haberi aldığında öyle iyi herifti tüh demezsin. İş biraz daha büyür. İnsan bir şeyleri sahiplendikçe değerleri büyüyor, aynı zamanda kaybetme olasılığımız arttıkça değerleri ortaya çıkıyor. Bu vesile ile ölümle yüzleşmenin kıymetli bir tarafı var aslında. Çocuk aynı zamanda kişinin tekamülünü de sağlıyor. Hem varoluş tekamülünü sağlıyor hem de bütün ilişkilerde olduğu gibi biz diğer ilişkilerimizin çoğundan maalesef bu çağın da getirileriyle çabucak kaçabiliyoruz. Halbuki en iyi peygamber marangozlardan çıkar diyebilirim ya da başka bir şey de koyabilirim yerine. Yani bir şeyle kaçmayacağın bir şekilde ilişki kurmayı devam ettirmek insanı adam eder. Halbuki biz ilişkilerimizden çıt diye kaçma eğilimi gösterdiğimiz için adam olmuyoruz. Çocuk bir anlamda kaçamayacağımız bir ilişki olduğu için kendi tekamülümüzün de bir parçası. Adam ediyor bizi. Çarpıyorsun duvara, gidiyorum diyemiyorsun. O seni nevrotik saçmalıklarınla da karşılaştırıyor, ödlekliğinle de, korkaklığınla da, kendi iktidarınla da, her şeyinle… Seninle oynuyor aslında ve seni adam ediyor. Onun için çocuğun bir de böyle tarafı var.

Metin: İnşaallah sana Mason demezler marangozu örnek verdin ya.

Onu örnek verdim, ben Mason değilim, hiçbir şey değilim ayrıca. Marangozu niye söyledim? Ben kendimi iyi bir adam zannederken evimin alt katında bir marangozhane kurdum, o zaman ormanlık bir yerde yaşıyorum. Ev de çok büyük, 850 metrekare ev yapmışlar, alt katını da spor salonu yapmışlar. Bu arada ormanın ortasındayım. Spor salonu ne?! Ormanın ortasında aşağı inip koşu bandında mı koşacağım çok saçma yani. Sporla işim olmadığı gibi spor yapacaksan da çık ormana.

Gökçe: Daha önce bir deneyimin var mıydı?

Yok yok. Sadece istiyordum bir de arkadaşım var benden yaşça büyük o da biraz biliyor. Benim de mekanım büyük diye biz oraya aletleri yığdık. Sabah saat 6,5-7. Belim ağrıyor bilmem ne, bir tane kütüphane yapıyorum onu bitireceğim diye, son çivi kalmış artık. Bir baktım ki benim kerpeten karşıda kalmış, yere de oturmuşum, belim ağrıyor bitireceğim artık. Bin yılın işi bu abi, çivi çakarken bir kerpeten aracılığıyla onu sıkıştırırsın yukarıdan ve düz onu vurursun gibi bir takım insanların deneyimleri oradan akıyor ya, ben bunların hepsini belim ağrıyor ama bitirmem lazım, belim ağrıyor ama bitirmem lazım hıyarlığıyla, boşver canım ne olacak dedim ve vurdum çekici… Yarıldı böyle ahşap cart diye. Yere kendimi attım dedim ki ‘sen bi bok değilsin’. Sana şu an bir ağaç adam olamadığını söylüyor. Binlerce yılın meydana getirdiği kuralları ve bilgiyi çöpe atacak kadar cılız ve cahilsin. Ayrıca hırslısın. Gidip uyumayı bilmiyorsun. Belin sana git yat diyor hâlâ bitireceğim diyorsun. Bir ahşap, üzerine düşünürsen sana çok şey öğretir.

Metin: GO oyunundan böyle bahsederler.

Evet çalışırsan, biz kaçarız ilişkilerimizden. Çocuk çok kaçılası bir ilişki olmadığı için iyi tekamül ettirir adamı da.

Gökçe: Kaçanlar da var ama..

Bunların hiçbirini genellemeyelim, hayatta hiçbir şeyi genellemeyelim.

Gökçe: Babalardan beklenen bir şey bu “kaçtı işte, hayırsızmış” deniyor arkalarından. Ama anneler asla kaçamaz. Kaçarsa da insanlık dışı birşey olarak anlatılıyor.

Onlar da kaçmayıp daha fazlasını daha kötüsünü yapıyorlar. Gitmesi gereken yerde gitmeyen anne daha fazla.

Gökçe: Peki duygusal sebepler dışında hormonal sebepler de var mı annelik-babalık, kalmak-gitmek mevzularında…

Var tabii. Hem de serebral düzeneklerimiz yani nörotransbitter düzeyinde bu arzular var. Zaten regl, yumurtlama vs… Yumurtlama döneminde olup bitenler… Yaratılışın hikmeti bu yani, bir kadına bunlar niye verilmiş? Biz sadece seks zannediyoruz ama bunlarım temel bir takım hikâyeleri var. Biyoloji bunları bize bir şey için vermiş, memeyi de bir şey için vermiş.

Gökçe: Eksik midir peki çocuk yapmayan kadın?

Hayır. Çok yanlış olur, o da başka bir yolla tekamül edecektir diyeyim. Ben çocuğu olmayan insanların çocuk hırslarında bile, onunla kurdukları ilişkide bile onların tekamül yollarında görmeleri gereken bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Nedir bu hırs? Bir şey de tekamül etmek gerekiyor. Çocuğun olsa bu sefer çocuğunda da olmayacaklarla karşılaşacaksın. Malzemen neyse ne, çocuğun olması veya olmaması değil. Bir malzemeyle sürekli bir ilişkiye girip, o malzemenin seni zorlamalarını görüp, nerelerde zorlandığına bakmaya devam etme halin tekamül yolunu açar. Ahşabı onun için örnek verdim. Kafayı tak karıncaların ön ayaklarına ömür boyu bitirebilirsen namerdim. Geri kalan ömrünü harca bitiremezsin. Bilgi öyle bir şey, her şeyin içinde gizli ama biz kaçak oynadığımız için göremeyebiliriz. Çocuk iyi bir tekamül aracıdır. Babamın bana söylediği bir laftır “Babayı terbiye eden çocuktur” diye. İyi bir laf. Sadece çocukları terbiye ettiğimizi zannediyoruz ya.

Gökçe: Peki çocuk yapacağımız kişiyi nasıl seçiyoruz?

Biyolojik değişkenlerimiz var, psikolojik değişkenlerimiz var ve sosyal değişkenlerimiz var. Üçü bir arada çalışıyor. Bir yandan sosyal olarak öğrendiklerimiz var bir yandan biyolojimiz herkese hissetmediğini ona hissediyor bir yandan da bireysel tarihimizden getirdiğimiz erotik ve romantik imgelerimiz var. O imgelerin arasından seçiyoruz.

Gökçe: Kendi anne-babamız ne derece önemli?

Çok önemli.

Gökçe: En önemlisi mi?

Kişiden kişiye değişir ama biyolojik, psikolojik ve sosyal tarihimiz belirler bunu.

Gökçe: Hamilelik süresince ve doğumdan sonraki ilk zamanlar adamlar ellerini nereye koysunlar Cem?

Bence biz bir takım bilgilerle zehirlendik. Bir zamanlar çocuk yapmanın, anne olmanın, baba olmanın arkasında bu kadar bilgi yoktu ve bakın bu kadar zamandır insan varlığı devam ediyor aslında. Gördüğünüz gibi çok kolay bir şey bu. O kadar çok bilgi var ki. Bu bilgi tehlikeli onun için. Ben olsam, sevdiğim kadın hamile olsun veya olmasın, elimi nereye koyacağımı bir kitaptan veya bir bilgiden aparmam. Hissederim ve koyarım, dokunurum ve anlarım. O da bana söyler, onun bedeni de bana söyler, ruhu da bana söyler. Onun neye ihtiyacı olduğuna bakmak önemli olan genellemek çok tehlikeli.

Gökçe: Fakat hamilelik döneminde ve sonrasında kadınlar tırnaklarını çıkartıyorlar.

O da genel değil. Bir kısmı çıkarıyor. O tırnağın niyetine bakmak lazım. Nörotik bir tırnak çıkarışsa ve buradan bir şey manipüle edilecekse, ben ona yanıt vermem.

Metin: Ne demek kadınlar tırnaklarını çıkarıyorlar?

Gökçe: Yani, bu benim çocuğum hissini abartıyorlar. Hem iş yükünden şikayet ediyorlar hem de adamın bilgisinden, çocuğa bakmasından, davranışlarından rahatsız oluyorlar. Bir yandan şöyle bir şey var tabii bu şehirli anne baba durumu.

Ya bu nasıl bir soru biliyor musun? Sevişirken hangi açıyla sevişmek lazım, memenin neresini yalamak lazım gibi kitaplar ne kadar anlamsızsa bu da o kadar anlamsız. Hemhal olursan eşinle, partnerinle, çocuğunla; o bedenler o ruhlar birbirine onu söyler.

Gökçe: Kaçımız hemhal oluyoruz?

Hiçbirimiz, çok az.

Gökçe: Ama hem hemhal olamıyoruz hem de böyle bir derdimiz var, nasıl halledeceğiz?

Israrla çözülmesi gereken şey o. Orada olmak, şimdi olmak. Hemhal olmayı öğrenmeden hiçbir şey hallolmaz.

Gökçe: Nasıl hemhal olunur, hissederek mi?

Ya, bu tür ilişkilerde duygularımıza bakmayı bilmiyoruz. Doğrular, düşünceler, gereklilikler gibi şeyler var çünkü. Bir de çocuk doğuyor ya. Çocuk doğduğu andan itibaren senin çocuğun nasıl biliyor musun? Beni buraya çağırdınız ya siz, bu eve girdim bir daha geldim, bir daha geldim, ama her geldiğimde eve girerken benim gözümü bağlıyorsunuz ve biz buna 5 sene boyunca devam ediyoruz. Siz bana diyorsunuz ki ‘Cem şuraya bak, dikkat et şuradan basıp düşersin, altında ateşler yanıyor, şurada şu var burada bu var”. Ben artık bununla böyle formatlandım mı? Sonra siz benim gözümü açtığınızda benim bu evi sizin bana o 5 yılda tarif ettiğiniz dışında görme ihtimalim çok düşüktür. Dolayısıyla siz ilk 5 yıl çocuğa bundan sonraki hayatı böyle tarif ediyorsunuz. Ne tarif ediyorsanız o olacak. Ta ki kafasını taşlara vurup bir şeyle dönüşmek değişmek zorunda kalmazsa o nevrozla o saçmalıklarla gidecek. Neyin kötü neyin iyi neyin korkutucu neyin çirkin olduğunu baya formatlıyorsunuz ve ondan sonra otantik olmasa bile onları uygulamaya devam edecek o.

Gökçe: Doğru format var mı? İlk 5 senedeki yanlışlar neler?

Şu an bir çocuğum olsa çok hata yaparım. Diyelim ki hiç hata yapmasam çocuğu mahvederim. Hayat bu kadar vesveseliyken hata yapmasam, hatalara karşı malzeme üretmemiş olurum gene ona. Dolayısıyla hata yapacaksın bireysel tarihimiz böyle şekilleniyor. Biz annelerimizle babalarımızla hem doğrulara hem yanlışlara yöneliyoruz. Onlar da bizim için aynı şeyi yapacaklar. Bir gün gelecek bizden kurtulmaları gerekecek.

Gökçe: Bu hataların en büyüğü ne peki? Çocuk yetiştirirken asla yapmamak gereken, sık rastlanan..

Onun kendimizden ayrı bir şey olmadığını zannetme hatası. Bu cümlenin altına yayarım. O, başka biri.

Gökçe: Feminist bir arkadaşımdan gelen birkaç soru var. Evlilik eril bir kurum mudur?

Edepsizce olur bunu söylemek, hiç değildir. Tam tersini bile söyleyebilirim ama ikisi de olmamalıdır bence.

Gökçe: Erkek din ve tarih yani gelenek öğretisi altında kendinin de ezildiği bir kurumu niçin arzular?

Feminizm de ergen refleksinde hâlâ.

Gökçe: Hâlâ bizde mi genelde mi?

Genelde öyle.

Gökçe: Nasıl olur?

Metin: Ya da nasıl olmaz?

Çok refleksle çalışan ya da öyle olmayacağım diyen bir şey. Öyle olmayacağım diyen bir şeyin öyle olmayacağına dair bir ölçüsü var demektir. O henüz kurtulmuş olmak demek değildir. Yetişkin adam öyle değildir. Ben bir şey yaparken babamın dediğini yapmalıyım veya babamın dediğinin tam tersini yapmalıyım dediğim an daha ergenimdir. Feminizm de hâlâ maalesef bu salaklığın içindedir.

Metin: Feminizm böyle düşünerek mi hareket ediyor?

Feminizmin reflekslerinin çoğu karşı çıkmak üzerine kurulu. Kendi isteklerine bakmamak üzerine kurulu. Benden beklenen rol bu o zaman bunu yapmayacağım diyor, halbuki belki de istediği şey o. İstediği şeyse yapabilmeli. Bir takım kadın rollerinden de feragat edecek kadar saçmalamakta bir çoğu. Halbuki kadın rollerinden neden feragat ediyorsun. Neden kendin sen kabul etmişsin ki aşağıdadır diye, aşağıda değil ki o çok yukarıda, kıymetli bir rol o. Bence önce kendin çok kıymetli bulmalısın onu yani. Biz eşit değiliz denkiz. Aynı hiyerarşik düzlemdeyiz ama eşit falan değiliz. Şurada ağır bir şey kaldırılacaksa üzgünüm ama ben veya Metin’in kaldırmasını tercih ederim uygun olan da budur. Bunu senin üzerine bir iktidar olarak kullanıyorsak ağzımıza sıç. Uygun olanı da budur ama eşit değiliz. Sen de başka bir şeysin ve onu çok kıymetli bulman lazım.

Gökçe: Çocuğun anne babaya ihtiyacı nedir? Eşit oranda birinden birinin olmadığında ne olur?

İkisinin de olmayışında çok fazla sorun oluyor, ama en başta biyolojik olarak anne dönemi var. Orada baba olmasa da idare edilebiliyor.

Metin: O ne kadar sürüyor?

İki yaşına kadar sürüyor. Ondan sonra bir baba veya baba figürünü olması da gerekiyor, ama bunlar gerekiyor diye kötü giden evliliklerini sürdürmeye çalışan aileler, iyi çocuklar yetiştirmiyor tam tersine kötü çocuklar yetiştiriyor.

Gökçe: Peki doğada ki sistem niye insanlıkta uygulanmıyor? Yani devamlılık, baba, evlilik gibi şeylere niye ihtiyacımız var?

Bir hayvan gibi olamama nedenin şu: Sen bir hayvan gibi çocuğum ölürse ve birisi onu yerse diye bakamıyorsun mutlaka onu yaşatmak istiyorsun. Yaşatmak istediğinde de abi ben seninle olurum, çocuk da olur ama bana bunu yapma sözü verirsen demek durumunda kalmışsın yani. Öbürü çünkü attırmış attırmış spermleri gitmiş. Sen bir ay boyunca bir tane yumurtayı evirip çevirip uğraşıyorsun ben bir attırmada kaç tane çocuk üretiyorum ve vurup vurup gitsem her yere bu çocuklara birinin bakması gerekiyor ve kadın en sonunda demiş ki hoop! Bana bir şey söyleyecek misin ben hayvan değilim bu çocuğu açlıktan ölmeye bırakamam hayvan bile bırakamıyor ya da 3 tane çocuğum olsun 2’si ölsün demek bana gelmiyor, insanım ben dolayısıyla benimle bir sözleşme yap diyor. Normal bir şey bu.

Metin: Okul ne işe yarıyor?

Okula değil ama hayatının her alanında bir hazırlığa ihtiyacı var insanoğlunun nasıl kuşları da anneleri önce besliyorlar sonra yavaş yavaş uçmaya eğitiyorlarsa bizim de yavrularımızı eğitmemiz gerekiyor. Ama bu eğitim meselesinin içerisinde bir takım sosyal değerler öne çıkıyor ve biz maalesef, o trend olan birilerinin söylediği şeyleri yapmaya başlıyoruz. Çocuk böyle olursa iyi olur diyen birilerinin peşine düşüyor bütün insanlar. Şu anda en temel sorunlarımızdan biri de başarı kelimesinin hayatımızda kapladığı yer o kadar anlamsız ve saçma bir yere gelmiş durumda ki biz biz olmaktan çıkmış durumdayız. Bu toplumun ya da insanoğlunun temel sorunu çocuklara da yansıyor her şey başarı gibi algılanıyor.

Metin: Bugün Türkiye’de çocuğun 6 yaşına geldi, okula gidiyor. Yani gitsin mi ne yapsın? NTV’de 4 tane tarih profesörü tartışıyordu hiçbir konuda anlaşamadılar, tek anlaştıkları konu biz bu çocukların ilk 1 senesinde daha önceki hayatlarında öğrendikleri bilgileri unutturmaya çalışıyoruz oldu.

İşte eğitimin kötü olduğu ile ilgili.

Metin: Temel olarak 20 çocuğa bir öğretmenin bir şey anlattığı formatta eğitim…

İnsanoğlu zaten hayata bir anlamda tekamül etmek için geliyor. Hepimiz tekamülü arıyoruz ve bu bitmeyecek. Çocuğun da o dönemde tekamüle, hayatı kavramaya ihtiyacı var ve o dönemde eğitim ve öğretim adı altında bir takım şeyler var. Ama buların ne kadarı doğru, ne kadarı yanlış, ne kadarı olması gerektiği gibi o ayrı bir tartışma konusu. Siz ne yaparsanız yapın, fark etseniz de etmeseniz de evin içinde bir eğitim veriyorsunuz.

Metin: 10 kasımda bir gün ağlamıştım Atatürk öldü diye, sonra öğretmen beni sınıfa çıkarıp ‘Metin gibi olacaksınız’ dediğinde de çok utanmıştım. Kurumsal eğitimin verdiği kadar zarar veremeyiz diye düşünüyorum.

Toplumsal bir varlık olduğumuz için bireysel kararlar vermekten de ürküyoruz. Ben bu çocuğu okula göndermeyeceğim dediğinde çocuğun gelecekte yaşayacağı problemlerle ilgili sorumluluk hissediyorsun. O zaman çocuğu tarif edildiği üzere yerlere vereyim diyorsun ve o tarif edildiği üzere yerlerin de ciddi problemleri var. Sadece çocuğun aldığı eğitimleri kendi süzgecinden geçirebileceği bir süzgeci ona hediye edebilirsek bunun üstesinden gelebiliriz.

Metin: İlyas’ı elimden geleni yapacağım, ama okutmak zorunda kalırsam da Kemalizmin, milliyetçilik sendromunun az olduğu pahalı okullar var, onlara vermek gibi bir yol bulabilirim. Ama bu sefer de aşırı hijyenik bir yerde sokağı tanımadan büyüyecek…

Şimdi ‘Varlığım Türk varlığına armağan olsun’ gibi bir cümle var bu cümle tehlikeli bir cümle.

Metin: Bunu kurmayacağı yere koyduğunda da şöyle bir tehlike var, herif burada yaşıyor sonuçta yaşayacağı okul aşırı hijyenik ve…

Ama insanoğlunun temel sorunları bunlar ve bunlar sorun mu yoksa bizim yaratılışımızın hikmeti midir dersen bence bu ikincisini söylerim. Kuran-ı Kerim’de Allah şöyle bir cümle söylüyor: “Ben bu yükü dağlara taşlara denizlere meleklere teklif ettim hiçbirisi kabul edemedi.” Niye etmediler? Çünkü sadece iyiliği değil, kendi içinde kötülüğü de barındıran biri olarak var olmak. Melek dediğin pür iyi kötü diye bir şey bilmiyor ki. Ayrıca ölümlüyüm ve ölümlü olduğumu bile bile yaşamam bekleniyor. Bir de bilinç var üstüne üstelik. Dağın taşın bilinci de yok. İnsan olma macerası bizzat zor bir macera yani. Dolayısıyla bunların hepsinin çözümünü bulsak zaten insan olmayız. İnsan olmak zor iş. Öleceğini bile bile yaşayan bir ırk bir yapı. Kedi köpek bir gün öleceğini bile bile yaşamıyor. Bir gün öleceğini düşünerek var olmayı denemek bir tarafının kötü olduğunu bilmek. Ahlâk diye bir şeyin olması etik diye bir şeyin olması vs. gibi büyük bir yükle dünyadayız biz. Eğer bunları kaldırırsak ortadan zaten insan değiliz.

Metin: Şunu anlayabilir miyiz bundan? Bir tarafta milliyetçilik sendromları yaşayan bir okul ya da dünya paraya ama içinde milliyetçilik olmayan hijyenik bir okul veya hiç okumaması bunların hepsinde benzer şekilde problemler yaşayacak. Sana o sıra kafana ne uygun geliyorsa onu yap.

Mutlaka hatalı olacaktır yapacağın.

Metin: Zaten hatasızı yok.

Gökçe: Ama ağır travma haline gelmeyen hatalar yapmak lazım illa ki yapılacaksa.

Evet, ağır travmalardan korunmaya çalışıyoruz çocuğu ama her şeyi yolunda götürsen gene olmayabiliyor. Yaşamın özüne bakarken buranın eksikli gedikli bir yer olduğunu, zorlu bir zemin olduğunu kabul etmek zorundayız. Mutluluk nasıl bir şey sorusuna ben hep aynı cevabı veririm: Geçici. Salak gibi sürekli mutlu olmayı bekleyemezsin. Benim çocuğum ölümden korkmasın mı diyeceksin? Hayır. Korkması gereken şeylerden korkması gerekiyor. Sen öyle misin ki çocuğunu öyle yetiştirmeye çalışıyorsun, sen kimsin? Devamlı çalışıyoruz, şu anda çocuk üzerine çalışıyor gibi görünsek de kendi üzerimize çalışmaya devam ediyoruz. Kimse kolay demedi. Çok iyi tasavvufi bir metinde çok güzel bir adı var. Daha iyisini duymadığım için onu söyleyeceğim, şunu söylüyor: Dünyadan ‘Bela Evi’ diye bahsediyor. Lafın güzelliğine bak.

Gökçe: Biraz tıbbi sorulara geçelim. Postpartum depresyonu nedir?

Biyolojik değişkenlerle yaşanmış büyük bir dönüşüm var o dönüşümden sonra bir takım hormonların geriye çekilmesiyle bir anlamda olan bir şey. Bir kısmı taahhüttür ve varoluşsal bir sorun yaşadığı için de depresyonu yaşar. Bu zamana kadar hep hayat bir başka olasılığın olası olduğu durumdur. Hayatın daha iyi bir tarifi yok. Şu anda üçümüz burada keyifle otururken “iyi misin?” diye bir soru geliyor. “İyiyiz” diyoruz. “Peki o zaman bundan sonra hep buradasınız” diye bir ses gelse hapı tuttuk. Burası birden tabutlaşır. Hayat bir başka olasılığın olduğu bir durumdur, ancak ölüm bir başka olasılığın olası olmadığı durumdur. Annelik bir anlamda bir kadın için taahhütle sonuçlanan bir şeydir. O anlamda birazcık da ölümle yüzleşmedir. Çünkü artık başka bir olasılığın yok. Kocayı da bırakabilirsin her şeyi de bırakabilirsin ama neredeyse bırakma olasılığın olmadığı biri gibi görmek başka. O anlamda da bir sorun yaşanıyor.

Gökçe: Önceden tahmin etmek mümkün mü lohusa depresyonuna girecek birini?

Bir şekilde varoluşsal sorunları varsa öngörebilirim. Zaten unipolar depresyon gibi genetik bir depresyon haritası varsa öngörebilirim ama hiçbir zaman yüzde 100 tutmaz bunlar, bilim de hiçbir zaman öyle çalışmaz. Hayatta yüzde 99.9’dur her şey. Bütün gerçeklik tek şey üzerine kuruludur.

Metin: Ölüm.

Tek gerçeklik bu. Tek bilimsel gerçeğimiz o. Temel gerçekliği bilmeyen birinin de diğer gerçeklikleri kavrayıp yaşayabilmesi ve onu hazmedebilmesi olası değil halbuki bize şu an yaşam ölümsüzlüğü gazlıyor. Çocuklarımız sorunsuz olsun biz sorunsuz olalım, hastalanmayalım, yaşlanmayalım, hiç kırışmayalım, kırışan karıları bırakalım, hiç kimsenin selüliti olmasın, şuyu buyu olmasın, şu meyveleri yersek daha da uzun yaşayacağız; hiç ölmeyeceğiz sanki. Bu gerçekliği bilmeyen insan hayatta var olamaz. Olmamalıdır zaten sorunlu yaşar. Bütün sorunların özünde bu gerçekliği bilmemek vardır. ‘Çocuğu cenazeye götürmedim.’ Niye götürmedin daha sonra hiç cenaze görmeyecek mi?

Gökçe: Peki çocuğu neyle karşılaştırmamak lazım?

O anki durumuyla onun için travmatik olabileceğimizi tahmin ettiğimiz şeylerle karşılaştırmayalım. Ama onun travmalarını kendimize bakarak da tarif etmeyelim.

Gökçe: Nasıl tarif edelim?

Birazcık ona bakalım. Ayrıca hiç travmasız olmayacak. Hayat ona travma yaratacak. Gidecek, o onu kıskanacak elindeki kızı başkası alacak, bilmem ne araba oradan geçecek, birine çarpacak ona da çarpma ihtimali olacak. Ne yapıyoruz ya! Öyle bir hayat yok ki. Bana benim çocukluğum çok güzel geçti, harika diyen herkese bıyık altından gülerim.

Metin: Askerlik de öyle değil mi? Sonrasında hatırlarken insanda bir algı seçiciliği var sanki. Hakikaten bir yığın insan ben askerdeyken çok rahattım der. Ben 28 gün askerlik yaptım 28 günü de azaptı yani.

Ben duydum o askerliği hayatının en iyi dönemi olarak tarif eden biriyle karşılaştım. Çok güzel bir şey tarif etti. Hayatımın en güzel dönemi askerlikti. Neden? Çünkü hem özgür değildi, sorumlu değildi. Ne yapması gerekiyorsa tarif edilmişti ve hiçbirinin sorumluluğunu alması gerekmiyordu.

Gökçe: Bu mutluluk mu?

Onun patolojisinde mutluluk.

Metin: Peki bu anne-babalık mevzuunun özellikle ilk bir kaç yılda çocuğun her durumda problemli bir şey olduğunu, uykusu, gazı, sıçması mutlak iktidarı vs. ona rağmen bizim bu aşkı duymamız bizim bütünüyle biyolojik yaratıklar olmamızdan mı kaynaklanıyor? Aslında ben pek çok zaman baktığımda kim katlanır buna diyorum.

O zaman futbol da oynama yoruluyorsun. Playstaion oynama elin acır, sevişme terliyorsun.

Metin: Bunların hepsinde oynayanın bir kazancı var.

Bunda da var abi, manyak gibi bir haz var burada.

Metin: İşte o haz ne?

O haz hem biyolojik, hem psikolojik, hem de sosyal anlamda getirileri olan birşey.

Metin: İşte benim çocuğum olayı mı, mesela hani sosyal olarak?

O patolojik belki ama bir kısmı için de kıymetli bir şey. Sen bir şeyi üst üste yığmaya başladığında kıymetlenmeye başlar dediğin bu. Senle bu gece rakı içtik ve ben gittim, gittim benim ölüm haberimi aldın ‘aa ne kadar iyi bir herifti!’ deyip işine devam edersin diyorum.

Gökçe: Oğlumuz için de biz aynı şeyi söylüyoruz. İlk doğduğunda ‘ah ne kadar güzel’ diyorduk. Fotoğraflara bakıyoruz çirkinmiş lan diyoruz. 6 aylıkken ‘Allah’ım ölürüm, nasıl seviyorum’ diyoruz, şimdi o 6 aylık sevgiyle kıyasladığımızda katbekat daha çok seviyoruz.

Biriktirdikçe sen beni kaybedeceğini bile bile yaşamaya başladıkça ve benle biriktirdikçe ve ben aynı zamanda kaybı senin için önemli bir hâle geldikçe güzelleşiyorum yani. Hiç ölmeyecekmiş gibi ve yarın ölecekmiş gibi meselesi var ya bunu bir araya getirebilme meselesi bu.

Metin: Peki bir yığın insan da kendisini çok sevecek bir şey yapıyor olabilir mi?

Ama herkes ne yapıyorsa kendi patolojisinden dolayı yapıyor maalesef. Genellemek doğru değil. Ayrıca sen dünyanın en iyi anne babası oluyorsun, her şeyi dosdoğru yapıyorsun, çocuk rezalet bir yaşam sürüyor, olmuyor. Hatalar içinde büyüyen bir çocuk süper olabiliyor yani. Hangi değişkenlerin nerede ne zaman geldiğini bilemiyorsun. İkizin oluyor ikisi aynı değil. Biz kendimizi Tanrı gibi görmekten her şeye hâkim olabileceğimizi zannetmekten vazgeçmemiz lazım. Çocuklar da buna dâhil.

Metin: Benim bildiğim Adler başta başka insanlar da biliyorum ilk 3 yıl çok önemlidir ilk 3 yılda ne olduysa oldu sonrasında ne yapsan olmaz kişilik ilk 3 yılda oturur biter…

Valla ilk 3 yılda değil iş doğmadan başlıyor.

Gökçe: Doğmadan yani hamilelik…

Hamilelik başlamadan başlıyor.

Gökçe: Anne baba olmadan, çift olmadan…

Hikâye başlamadan önce başlıyor. O çocuğun niye istendiğinden, niye doğduğundan, niye bilmem nesinden…

Metin: Buna eyvallah benim sorum şu ne zaman bitiyor bu, hakikaten bu 3 yılın bir hikmeti mi var. Yani 5. yılında o çocuk değişmez mi?

Bazı şeyler değişir, bazı şeyler değişmez.

Metin: İnsanın hiç değişmeyecek bir şeyi olur mu hakikaten?

Vesile olursa o da değişir. Biyolojik şeyler için bir şey diyemem ama psikolojik bir şeylerden bahsediyorsan hayat bize başka fırsatlar başka vesileler başka zorluklar çıkararak bizi zorlayıp değiştirebilir. Değişmez diye bir şey yok. Mesela en en değiştirmesi zor olanlardan birisi zaten değiştirmeye de yeltenmiyoruz onun için; cinsel oryantasyonumuz. O kadar erken oluşuyor ki.

Metin: Gerçekten eşcinsellik o kadar erken yaşta mı oluşuyor?

Anne baba ve çocuk arasındaki ilişkiden oluşuyor. Bunu daha sonradan değiştirmeye çalışmak zaten başka bir travma.

Gökçe: Biyolojik bir nedeni yok mudur?

Yok, biyolojik sebeplerle olanlar zaten başka isimlerle anılıyor. Mesela vajinal muayenede vajina içinde testis bulunması başka bir şey ama, eşcinsellik anne baba ve çocuk arasındaki hikâyeden oluşur.

Gökçe: Nedir o hikâye?

Çok basit olarak şunu söyleyebilirim. Ben annemi arzu ederim, ilk cinsel nesnem odur. Annemi arzu ederken de önümde bir rakip vardır, bu ibne de çükü de büyük çok da güçlü benim çükümü kesmeye de muktedir yapacak hiçbir şeyim yok bir yandan onu istiyorum bir yandan bununla uğraşıyorum derken ben bükemediğim eli öpmeye karar veririm ve onunla identify olduğum için erkek kimliği edinirim. İşte ortada böyle bir baba yoksa böyle bir anne yoksa olmaz bu.

Gökçe: Hiç baba olmaması bir sebep midir peki?

Hiç baba olmaması da bir sebeptir, babanın baba gibi olmaması da. Kadının kadın gibi olmaması da bir sebeptir.

Metin: Peki eşcinsellik hakikaten 10 yaşından sonra falan beliren bir şey değil mi?

Hayır, çok daha erken ama şu anda homoseksüel camia bunun böyle olmadığını ispat edecek saçmalıkların peşinde. Öyle değil. Ayrıca bu bir tercih değil, bu bir yönelim. Tercih şeyler arasında ki tercihtir. Adam 31 çekmeye kalktığında kendi hemcinsini düşünerek 31 çekiyor bu adamı nasıl zorlarsın, oryantasyonu bu yani.

Gökçe: Biseksüellik için.

Biseksüellik de bile mutlaka o dönemde olan bir mesele var yani.

Gökçe: Bir yandan da ergenlikteki kafa karışıklığı da yok mu?

Yok, daha önce.

Gökçe: Ya da sırf erkeklerle bir arada olan bir çocukluk yaşamak, kadın görmemek.

Ama işte bunlar deminki gibi. Erken yaşarda oluyor bunlar büyük oranda. Model yok, özdeşlik kuramıyor, bu tarafla rekabet geliştirmiyor. Orada bir hikâye var o hikâyenin iyi yazılması lazım. O hikâyenin iyi yazılması lazım da ne demek biliyor musun o hikâyenin bilindik haliyle en sıradan haliyle yazılması lazım demek.

Gökçe: Peki böyle bir durumun olduğu ilk ne zaman nasıl anlaşılabilir?

Bu sorular tehlikeli. Bu sorular neden tehlikeli biliyor musun? Ortada bir sorun varmış gibi bakmayalım.

Gökçe: Sorun varmış gibi bakmıyorum, klinik olarak, çözelim diye de söylemiyorum. Sadece ne zaman anlayabiliriz şifreleri var mı?

Bence olmaya başladıktan sonra yapacak bir şey yok. Çözemezsin, anlayamazsın.

Metin: Ben küçükken annem Elele dergisi almış. Orada çocuğunuz homoseksüel mi nasıl anlarsınız? diye bir makale vardı. 8 yaşındayken falan okudum ben bunu. O kadar çok şey yazıyor test ediyorum ben homoseksüelim bu kesin ama olmaya da bilirim.

İnsanlara çok fazla şunu yap bunu yapma diyerek de hata yapılıyor. Doğallığına bırakalım bazı süreçleri de olması gerektiği gibi, köydeki gibi.

Gökçe: Ama şu anda yapamıyoruz onu. Çok ruh hastası bir şekilde onun içindeyiz. İnternet var…

Geçen gün bir psikolog en sonunda bir açıklama yaptı dedi ki: Ben özür diliyorum bunu açıklıyorum. Ne yaptın? Verilerle oynadım. Senin bu verilerin cinayet olsa, bir kişiyi öldürürsün, hadi öldürdün, 10 kişiyi öldürdün. Senin bu verilerin yüzünden kim bilir kaç kişi zarar gördü. Bilim çok tehlikeli bir hale geldi. Neden? Onu öyle yetiştiren sistem ve anne baba yüzünden. Başarıyı bununla gösteren bir sistem yüzünden. Ben onun için hep söylüyorum şu anda en çok bilimden korkun.

Gökçe: Az şey öğrenip içgüdüsel ve hissi bir şekilde mi yol almak lazım yani?

Bu cümle de yanlış ama sezgilerimize o an ki duruma orada ve buradanın otantisitesine uymak kadar hayatta hiçbir şey yoktur. Eğer ki ben bir hastama şifa vermek istiyorsam kitaplar üzerinden ona yaklaşırsam boku yerim. ‘Hastalık yoktur hasta vardır’ diye bir cümle vardır bizde. Çok kıymetlidir o cümle. En kıymetli cümle ‘primum nihil nocere’dir. Yani önce- ‘zarar vermeyeceksin’ geçtim faydayı. Ayrıca hastalık yoktur hasta vardır. Ben hep kitabî bakarsam bütün hastalarıma zarar veririm. Bütün olmasa bile önemli bir kısmına. Otantik olacağız. Şimdi ve buradaya bakacağız. Şimdi ne oluyor burada ne oluyor bu kim? Bu başka biri. Onun için bu genel kurallar genel kitaplar, hayat için de söylüyorum bunu.

Metin: Bence kanser için de böyle bu prostat tedavisi için de böyle.

Yoo, anne baba olmak için de böyle. Bırakın abi şu Kelebek ekinde okuduğunuz şeyleri. Ekşi Sözlük’ te okuyacağınız şeyleri. Çocuğunuza bakın ya. Kendinize bakın. Ben ne hata yapıyor olabilirim, nerede zorlanıyorum, nerede öfkeleniyorum, bu öfkede haklı mıyım, ayrıca çocuğuma da öfkelenebilir miyim? Evet öfkelenebilirim. Kendime bu öfkelenme hakkını tanımazsam ona daha çok öfkelenebilirim gibi sağlıklı biçimde otantik duruma bakmamız lazım. Hata yapabiliriz, ben şu konuşmayı yaparken de başka bir yerde konuşma yaparken de inşallah hayra vesile olurum diye başlıyorum. İyi bir şey söylemeliyim. Derdim kendimse eğer iş bozulmaya başlıyor. Kendimi göstermek için kendimi beğendirmek için başladığımda süreçten kopmaya başlıyorum, anne baba olarak da bunu yapmayalım. Ben iyiyi arzu ediyorum iyiye vesile olmak istiyorum diye bir önceliğimiz olsun.

Metin: Ben şuna çok takıldım. Eşcinsellik tanımı herhalde pasif eşcinsellik olarak yapılıyor.

Pasif eşcinsellik diye bir şey yoktur. O Türklerin uydurduğu bir yapı.

Metin: Ama o zaman oran hakikaten çok yüksek.

Yüksek tabii ama pasif homoseksüellik lafı bilimsel olmayan son derece komik bir laftır. İsmi ne bunun? Eşcinsel. Hangi –eş.

Metin: Kendi cinsiyle sevişiyorsa eşcinseldir.

Bitti.

Metin: Transseksüelle yatmak?

O başka bir şey. Transseksüelle yatmak da patolojiktir.

Metin: Ama eşcinsellik midir tartışmalıdır ya da iki transseksüelin yatması lezbiyenlik midir?

Eşcinselliktir. Orada başka bir sapkın durum var tabii. Ama sonuçta pasif homoseksüalite diye bir laf yok. Kulamparalık diye bir sözcük üretmiştir bu ülke. Alakası yok, ibne ibnedir. Ayrıca ahlaki tarafını da herkes kendi değerlendirir. Orada işin olumsuz tarafı şudur: insanoğlunun üremesini engelleyen bir sistematik olduğu için doğallığın dışındadır. Bazı arkadaşlarım Amerika’da bir kasabaya gidiyorlar. Yanlarında da anneleri var. Anneleri de Konyalı. Çok da entelektüel bir kadın aslında ama ona söylemiyorlar o kasabayı niye gezdiklerini. O kasabanın özelliği eşcinsel kasabası olması. Kerim’in annesi diyor ki: “Burası aynı bizim Konya gibi, kahvelerde hep bey beye oturuyorlar.” Bu arada okul yok. Bir tek çocuk var eğitim alması gereken.

Metin: Üreyemiyorlar. Lezbiyenler yine daha şanslı. Camille Paglia (lezbiyen bir akademisyen yazar) diyor ki: “lezbiyenlik fake bir şeydir, penisle uzlaşması gerekir her lezbiyenin, nihai olarak ihtiyaç duyduğu şey penistir, sosyal olarak lezbiyen olduk hepimiz.”

Panseksüalite diye bir şey var mesela. Gökyüzünde uçakla bir yere gidiyorsun değil mi ve aşağıdan dağları seyrediyorsun. Hafif erekte olursun. Bir bebeği severken de, bir çiçeğe bakarken de… Erekte derken onunla sevişmek isteme ereksiyonu değil bu. Ben bütün hayata karşı zaman zaman kendimi bıraktığımda onu hissediyorum ama bu onlarla çiftleşmem anlamına gelmiyor. Özünde hepimiz biseksüel doğarız biyolojik olarak ne zaman ki anne baba çocuk arasındaki o hikâye iyi yazılır, heteroseksüel olarak devam ederiz.

Gökçe: Peki biyolojik olarak cinsiyetimiz olmasına rağmen neden biseksüel oluyoruz?

İşte bu panseksüalite yüzünden. Tasavvufta hayret makamı diye bir makam vardır. Bu nedir biliyor musun? Her şey güzel, her şeye tüyleri diken diken olurcasına bakar adam, o noktaya gelmiştir artık. İşte panseksüel o. Zaten enel hak diyor en sonunda. Ama dikkatinizi çekerim o lafta çok önemli bir ayırım vardır. Ben Allah’ım diyor Allah benim demiyor. Çok önemli bir ayrımdır bu.

Metin: Peki pedofili? Bir takım pedofililer biliyorum ben hakikaten hasta olduklarını biliyorlar ve çocuklara zarar vermemek için uğraşıyorlar ve linç vesilesi bunlar ama bir yandan da…

Bunlar çok zor tartışmalar, böyle baktığında kimseyi cezalandıramayacak duruma geliyorsun. Şu ‘Köpek Gibi Büyütülmüş Çocuk’u okuyun orada bir antisosyal çocuk var. O çocuk iki tane kızı alıyor önce öldürüyor öldürdükten sonra da tecavüz ediyor. Orada çok güzel tartışıyor herif okurla. Eğer böyle bakarsak hiç kimseyi cezalandırmamamız gerekiyor ama bu da olası değil bu büyük bir çatışma. Anlamaya çalışırsan herkesin bir nedenini bulursun. Belli bir noktadan sonra psikoterapide o noktaya gelirim herkesle ama özel hayatımda dikkat etmeye çalışıyorum. Birilerine de öfkelenmem lazım ya. Birilerini de sevmemem lazım, birilerinden de nefret etmem lazım.

Bu arada sorun ne biliyor musun? Bir eşcinselle bir eşcinsel birlikte olduklarında birlikte karar verdikleri bir eylem yaptıkları için hiçbir sorun yok. Ne zaman ki tecavüz ettiğimde ben senin karına tecavüz etmiş oluyorum yani onu arzusu hilafına yapıyorum. İş çocuk olduğunda o arzu net bir şekilde yetişkin birisi tarafından ortaya konabilecek bir şey olmadığı için orada da suç var. Burada tek ölçütümüz bu.

Metin: Eşcinsel bir arkadaşıma birisini getirmişler. Biz bu çocuğun derdi ne bilmiyoruz, çok seviyoruz. Psikiyatra gitmeyi reddediyor. Fakat aşırı depresif bir halde sen bir konuşsana diye getiriyorlar. Arkadaşım hiç tanımadığı 20-22 yaşında bu oğlanla konuşuyor. Oğlan buna diyor ki; “ben 13-14 yaşından beri 6-7 yaşındaki çocuklardan çok hoşlanıyorum, ve şimdi çocuk parklarının önünden geçemiyorum perdemi açamıyorum karşıda bilmem kim oturuyor. Ne yapacağım ben? Bir doktora da anlatamıyorum”

Sen mesela evli olmana ve karını sevmene rağmen, zaman zaman şuradan seksi bir karı geçtiğinde ‘ulan ne güzel sevişilir bununla’ diye düşünmediğine inanmıyorum. Ne yapıyorsun? Yapmıyorsun. Eyleme geçmediği müddetçe aklımızdan geçen her şey masumdur. Bununla ilişkili bir egodistonisi varsa bununla ilgili yardım alacak başka bir yolu yok bunun. Eyleme geçmediği müddetçe kimseyi suçlayamayız.

Metin: Bu hakikaten ama hastalık değil mi?

Antisosyal kişilik bozukluğu da hastalık. O zaman Hitler de hasta ne yapacağız şimdi?

Metin: 14 yaşında kıza bütün şehrin erkânının tecavüz etmesinde bir hastalık yok yani? Bu patolojik bir durum değil…

Orada da açıklama var. Orada da sosyal hastalık var. Bu yapıyor ben de yapayım biz böyle yetiştik zaten. O zaman onlara da de ki bunlar da sosyal olarak olmamışlar. O zaman biz neredeyiz?

Metin: Şunu mu anlayayım her şeyin bir açıklaması var ama açıklaması olması bir şeye tekabül etmiyor?

Ediyor ama açıklaması olması yetmiyor bize. Antisosyal kişilik bozukluğunu açın okuyun şurada o çocuk o hale nasıl gelmiş. En güzeli nedir biliyor musunuz? Krzysztof Kieslowski’nin Dekalogları var 10 Emir üzerine hepsi 50’şer dakikalık filmler. Hepsi çok güzel bence hepsini izleyin. Öldürme üstüne olan kısmının birincisinde bir çocuğun birini öldürmesi vardır. Filmin ilk yarısında çocuğun ölmesini istersiniz çünkü korkunç biridir ama ikinci yarıda başka bir açıdan gösterildiği zaman sana mesele onun mesela asılmasına karşı dururken bulursun kendini. Özünde bağlanan yer; hani bahsettiğim ayet var ya ben bu yükü diye başlayan. İşte bu yük, insan olma meselesi de öyle kolay bir mesele değil. Bunu mükemmele ve optimize edecek bir şey de yok. Onun için biz elimizden geldiğince daha doğruya daha tekamüle doğru çalışmaya çalışacağız. Hatasız olamayız.

Bir kitap daha önereceğim; ‘Yetenekli Çocuğun Dramı’ çok mühim bir kitaptır. Sadece anne baba olanlar değil herkesin okuması lazım. Alice Miller.

Ben uzun süre katillerle çalıştım. Hepsini anlıyordum. Salı mı verseydim? O kitabın o bölümünde çok güzel nasıl da açmaz bir yer olduğunu okuyorsun. Sen birini anlarken onun mağduru olan kişiyi anlamamazlığa gitme durumun çok yüksek. O zaman adil olamıyorsun. Senin çocuğuna tecavüz etmiş biri. Bana geliyor. Ben diyorum ki anladım çok da sevdiğim arkadaşlarım ama bu adamcağız hasta diyorum ve adamın cezadan muaf olmasını sağlıyorum ama bu sefer seni ne yapıyorum? Orada bir açmaz var yani.

Fotoğraflar: Ebru Demetgül