Masallarda kalmıştık değil mi? Madem yine bayram ertesi, yine masallardan devam edelim. Ne dersiniz?

La Fontaine Masalları / Orhan Veli
Bu hafta çoğumuzun bildiği ama belki de unuttuğu La Fontaine Masalları‘nı hatırlatmak istedim. Biz büyükler mevsim bahar oldu mu çayıra çimene yayılıp Orhan Veli‘den dizeler okumaya bayılırız değil mi? Bence bu Bacaksız’ın da hoşuna gidecek, hattâ hiç kuşkum yok. Hayat bilgisi kitabımın ardından yıllar sonra yeniden karşılaştığım La Fontaine Masalları‘nın beni ne kadar heyecanlandırdığını bilemezsiniz. Orhan Veli, öyle güzel bir Türkçeyle çevirmiş ki, onca yılın ardından sanki daha dün okumuşçasına hatırladım bildiğim masalları. Bilmediğim de çokmuş, öğrendim.

17. yüzyıldan günümüze ulaşan; öğretirken eğlendiren La Fontaine Masalları Orhan Veli’nin usta kalemiyle yorumlanırken, hayvanların yardımıyla insanların kusurlarını, zayıf yanlarını dile getiren La Fontaine’in, tiyatral yanıyla da çocukların ilgisini çekeceğinden eminim. Birlikte oyun oynayarak ve seslendirmeleri yaparak okumayı denerseniz çok daha keyifli bir hal alacağını unutmayın.

Yapı Kredi Yayınları tarafından ciltli olarak basılan La Fontaine Masalları toplam 51 masaldan oluşuyor ve 93 sayfa. Orhan Veli’nin yazdığı önsözleri de mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Zaten, “Sevgili Çocuklar, bu kitapta okuyacağınız şiirleri gerçi sizler için tercüme ettim, ama hiçbir zaman onları çocukça bulmadım.” şeklinde başlayan bir önsüzü kim okumaz ki? En az Orhan Veli’nin duru çevirisi kadar başarılı ve ilgi çekici olan kitabın içindeki resimler ise Dağıstan Çetinkaya tarafından hazırlanmış. Ayırt etmek çok zor ama ben en çok “Öküzü Kıskanan Kurbağa”, “Doğuran Dağ”, “Yılan’la Eğe”, “Sütçü Kadınla Süt Kabı”, “Oduncu ile Ölüm” ,”Balıkçıl” ve “Kocamış Aslan”ı sevdim. Buyurun bir hatırlatma:

Doğuran Dağ

Gelmişti dağın doğum günü,
Bağırıyordu ciyak ciyak.
O kadar ki gürültüsünü
İşitenler: “-Bu dağ muhakkak
Bir şehir doğurur,” diyordu.
Oysa ki o, fare doğurdu.
Ne zaman getirsem aklıma
Bu, vakası tamamen saçma,
Manası derin hikâyeyi,
Bir yazar düşünürüm,
hani
Hep:  “-Harbi terennüm edeceğim, der,
Yüce tanrılarla savaşır o harpte” devler.
Bu büyük büyük laflardan ne çıkar çok defa?
Hava.

********

Bir mayıs sabahında bir Bacaksız hikâyesi

Bu dünyayı değiştirebilmek onu anlamaktan geçiyor. Ben hâlâ anlayabilmiş değilim, ama değiştirmek için kendimce ufacık tefecik çabalarım var. Mesela böceklerden çok korkarım, ama onları asla öldürmem. Ben korkuyorum diye başka bir canlının ölmesi pek adil gelmiyor açıkçası. Gereksiz yanan ampüllere ve boş yere akan suya takıntı derecesinde hassasım. Henüz yakından tanışamadık ama iguanaları ve ellerini çok seviyorum, sonra evimi basan karıncaları besliyorum, sokağımızdaki hayvanlara ve balkona astığım çamaşırlara musallat olan kargaya yiyecek ve su bırakmak günlük rutin işlerim arasında. Sık sık Gülizar’la konuşuyorum. Gülizar benim mandalina ağacım. Meyvelerini toplamaya kıyamıyorum, ama o sağ olsun her sabah bir tanesini fırlatıyor benim için. Hem de muhabbetin orta yerinde. Yeter be kadın, çok konuştun demek istiyor herhalde diye düşünüp mandalinamı alıp uzaklaşıyorum yanından. Dedim ya ufacık tefecik çabalar benimkisi. Yoksa insanları tanıdıkça dünyanın hiç değişemeyecek bir yer olduğunu anlıyorum her seferinde ve kendi dünyamı değiştirmeyi deniyorum.

Şimdikilerin aksine ben çocukken hayatımdaki birçok şey mükemmel değildi aslında. Sanırım seksenli yıllar Türkiye’sine özgü bir durum bu. Kötü olabilirdim pekâla, tembel olabilirdim, beceriksiz olabilirdim, çoğumuzunki gibi ortamım buna pek müsaitti… Ama ben gördüklerimi ya da bir şekilde bana sunulanı değil, istediklerimi hayal ettim hep. Kötülüğe yer vermedim. Kötülük neydi ki? Yoktu öyle bir şey. Hem iyiler kötüleri yenerdi. Ama öyle değilmiş. Hayat kötülüksüz olmuyormuş ne yazık ki. İyinin olduğu yerde kötünün olmaması gecesiz bir gündüz kadar imkânsızmış. Kötülük yok olacaksa iyiler de olmasın.  Gerçek olalım, insan olalım yetmez mi?

Bu dünyada kötülüğün olduğunu da anlatın Bacaksız’a. Anlatın ki kötülükle karşılaştığı her an, yaşı kaç olursa olsun yalpalamasın. “Niye ama neden yaaa, niye beni buldu?” şeklinde anlamsız sorular sormasın. Bütün insanların iyi olduğu bir dünya beklentisi kurup hayal kırıklığına uğramasın… Anlatın ki yaşı kaç olursa olsun dikilsin kötülüğün karşısına. Hesap sorsun, yensin onu.

Bunları yazdım çünkü bugün bayramdı. Bugün Bacaksız dünyayı değiştirmek isteyenlerin arasına karıştı. Sokağa çıktı. Ama insanlar değişmeden dünya nasıl değişsindi? Bırakın da kafa tuttuğu şeyin ne olduğunu bilsin. Bilsin ki bir gün karşısına dikileceği şeyi tanısın ve dünyayı değiştirmeye gücü yetsin.

Bugün neler mi oldu?

Güneşli, pırıl pırıl bir mayıs sabahıydı. Kimse işe gitmemişti, ama nedense evde telaşlı bir hazırlık vardı. Bacaksız tatil günlerinde anne ve babasıyla birlikte uzun ve keyifli kahvaltılar yapmayı severdi aslında, ama hızlıca giyinip sokağa çıkmış, dışarıdaki kalabalığa katılmadan önce köşedeki simitçide zar zor boş bir masa bulmuşlardı. Elindeki simidi kemirirken uykulu gözlerle sokağa dökülmüş insanları seyrediyordu. Kırmızılar, siyahlar, morlar, turuncular, maviler… Her yer ne kadar da renkliydi. Ne kadar da kalabalıktı. Sokaktan geçen otobüsün üstünde bir kadın gördü, bir şeyler söylüyordu, ama Bacaksız anlamadı. Sadece çalan şarkıyı tanıdı, dün gece babasının öğrettiği şarkıydı bu. Bildiği kadarına eşlik etti: “bir mayıs bir mayıs iyş kimin ekmekçinin bayyamı…”. Ağzındaki simide aldırış etmeden kendini o kadar kaptırmıştı ki şarkıya, neden güldüklerini anlamasa da hem yan masalardakilere, hem de anne ve babasına hiç kızmadı. Ne de olsa bugün bayramdı. Ancak hemen ardından “Ama anne madem bugün bayram neden babam bana harçlık vermedi? Hem niye anneannemlere gitmiyoruz o zaman?” dediği an yükselen kahkaha seslerine daha fazla sessiz kalamadı. Önce gözleri dolacak gibi olsa da yanağına konan kocaman bir öpücükle Bacaksız da gülen tarafa geçti. Bayramınız kutlu olsun, bayramınız kutlu olsun diye diye masaların arasından geçerek kalabalığın arasına katıldıklarında annesiyle babası Bacaksız’a 1 Mayıs ve ‘Karl Marx Amcanın Hayaleti’ni anlatmaya başlamıştı bile. Bana okumuştunuz onu dedi heyecanla, “Acıklı bir hikâyeye hep birlikte mutlu bir son yazacaktık değil mi baba?….” Hatırladığı için mutluydu hem de çok…