Herhangi bir örneği, bütün bir memlekete teşmil etmememiz gerektiğini biliyoruz. Mesela Yozgat’ın Yerköy ilçesinde “Alparslan Türkeş Bulvarı” var ve hatırladığım kadarıyla kimse bu isimlendirmeden şikâyetçi değildi.

Trabzonluların hepsini Ogün Samast’la yan yana anmak mümkün mü? Ve daha birçok örnek biliyoruz, kurulacak alakaların tehlikeli ve “sakat'”olacağını da biliyoruz.

O zaman şu soru da giriyor devreye: Bir yer ne zaman “memleket” olur? Orada doğmuş olmak, nüfus kâğıdında bir yer adının yazıyor olması, “köklerinin”, atalarının oradan olduğunu bilmek yeter mi o yeri “memleket” yapmaya?

Bu sorulardan birinin, bahsettiğim derdin dermanı olduğu olmuştur ama konu bu değil. Konu Kızıltepe. Mardin’in, Kızıltepe ilçesi. “Qoser” ismiyle de anılan, “Qezzê” diye de ünlenen bir memleket. Bir hakiki düzlük, Mezopotamya ovasına tuz taneleri gibi dağılmış bir memleket. Kimin memleketi? Biliyorum, Uğur’un. Benim de.

Uğur üzerine daha önce de yazdım. Sıcak sıcak yazdım. Haberi yeni gelmişti yazdığımda. Onu teşhis eden öğretmeninin birinci ağızdan söylediklerini dinlemiştim. Amcasının oğluyla konuşmuştum. Mahallesini hatırlamış, okulunu bilmiş, o sokağı gözümün önüne getirebilmiştim. Benim de memleketim Kızıltepe, evet.

O Kızıltepe’yi kimlerle anmalıyız? Uğur ve babası Ahmet Kaymaz’la ansak, hangimiz en içinde bir bıçak yemiş duygusu olmaz? Hangimizin? Ben biliyorum kimlerin içinde o duygunun olmadığını. Hepimiz biliyoruz. Bir hepimiz var. Bunu çok sık hatırlayalım. Bunu yazmaktan ben bıkmayacağım.

Demiştim, bundan da imtina etmiyorum, yani bunu da tekrar etmekten:

Ben, Uğur Kaymaz’ın memleketlisi olarak söz almayı talep ediyorum; ve ben çok utanıyorum. Ben, “ben” diyebilmemdeki emeğini reddedersem kör olacağım Kızıltepeli biri olarak, ben Uğur’un bir memleketlisi, bir hemşehrisi olarak hiçbir metafora sığınamıyorum bu olanlar karşısında.

Hiçbir mecaz, derdimi anlatmam için bana bir “yol” açmıyor. Ben, Uğur’un hemşehrisi olarak aldığım sözü ancak utanarak devam ettirebiliyorum. Şimdi işte birçok metafordan, referanstan, kaynaktan, yazıdan, şiirden, dizeden, kelimeden yararlanılabilir.

Evet, diyebilirim ki mesela, çok söylenegeldiği üzere, dünyada çocukların bir “resmî” bayramı olan tek ülkeymiş Türkiye. Bugün “çocuk” bayramı Uğur “çocuk”tu henüz, ayağında terlik. Diyebilirim ki, Âh Muhsin Ünlü’den refere ederek, “bak gazete ne yazıyor türklerinmiş türkiye”.

Diyebilirim ki, günlerdir aklımda dolaşan bu yazıyı (öfkeyi, en çok) düşünüyorken bu sabah uzun, bir yol boyunca Ali Sami Yen’de bayramlarını kutlayan çocuklar, satılan bayraklar, flamalar, yine bayraklar, asılmış büyük bayraklar, bir gazete binası, bir gazete binasının yedinci katı, bir gazete binasının yedinci katında boş bir oda, oradan toprak bir sahada top oynayan çocuklar, ısrarla ve dirençle Green Grass dinleyen kulağıma “Abi müzik dinliyorsan ezan okunuyor” diyen bazı çocuklar, bir televizyon binası, birçok araba, birçok çocuk, birçok çocuk, birçok araba ve insan gördüm.

Diyebilirim ki, Uğur, bahar gelmiş. Uğur diyebilirim, vallahi bahar gelmiş. “Bahar, bir şehrin ilk neresine uğrar?” Uğur. Ama işte metaforlar. Neresinden başlanırsa aynı “duygu”nun ardılları olan benzer metaforlar. Ben, Uğur’un memleketlisi olarak sözü alıyorum, utanarak.

O Kızıltepe’de, 3 Mart 2003’te Erdal Can isimli bir edebiyat öğretmeni de öldürüldü. Adını Uğur’un yanına yazdık. Sonra Uğur’un adını orman adı yaptık. Uğur, içimizdeki ormanı yakanları gösterdi bize. Onun ormanını yakanları. Bedeni Uğur’un, o yakası hafif yana kaymış fotoğrafından bildiğimiz o güzel yüzü Uğur’un, birilerinin ölüm kusan silahları tarafından kana bulandı.

Erdal Hoca’nın okula giderken giydiği takım elbisesi, o çok özenerek elinde tuttuğu kitapları aynı memlekette kana bulandı. Uğur’un katillerini bize göstermediler. Erdal Hoca’nınki “zaten” yok hükmündeydi. Onu, Erdal Hoca’yı yani, o iğrenç terkibin eşyası yaptılar. Dediler, “faili meçhul”. Öldü ve biz bulamıyoruz dediler. Uğur öldü ve biz onun katillerini cezalandırmayacağız dediler.

Sonra dediler ki, haydi Kızıltepeliler, makul vatandaşlar olun. A canım, siz de her şeye itiraz ediyorsunuz, dediler. Dediler de dediler. Aynı sakızı 365 gün dört saat çarpı bin yıldır çiğnemekten sıkılmadılar. Terkipleri, cümleleri, üzüntüleri, kibirleri, azarlamaları hep birbirine benzedi. Aynı hattın, yılmaz sakinleri. Bıyıkları, saç stilleri, kullandıkları saatler belki değişti ama bir şeyler hiç değişmedi. Değişmeyecek mi? Uğur’un ormanı işte şurada. Erdal Hoca’nın ormanı da.

O Kızıltepe’de büyüdüm ben. Demiştim, diyeyim:

Uğur’un canına kast edenler, “Bu çocuk 5-E’den öğrencim Uğur, gündüz burada çocuklarla oynuyordu” diyen öğretmenine “Karanlıkta çok uzun gibi görünüyordu” diyenler, Mardin’den Eskişehir’e “güvenlik” için götürülenler, daha birçok şeyi daha birçok şeyin anlaşılmaz bütünlüğü ve sarsılmaz güveni ve daha bilmem neleri içinde yapan o “insan”lar, tutuksuz yargılandıkları mahkemeden “beraat” ettiler.

TDK diyor yine beraat için, “aklandılar”. Ben öfkeden renkleri karıştırmak istiyorum. Ben, öfkeden sen de renkleri karıştırıyorum. Ben, memleketlisi olarak söz aldığım Uğur’dan, gördüğüm tek fotoğrafını elimde olmadan kendime benzettiğim Oxir’dan, lillahi de utanıyorum. Öfkemden umutluyum. Senden de umutluyum. İkimizden, çoğumuzdan hâlâ umutluyum. Uğur’dan utanan birileri olduğunu hâlâ ve hep biliyorum.

Sana zarfsız kuşlar Uğur; ama öfkeli ellerden.

Haydi!

Konu ağlaklığa teşne sananlar yanılıyor. Biz ağlamıyoruz. Uğur’u anmaktaki saikimiz hiç ağlamak değil. Uğur’un ölümü de hiç romantik değil. Bunu bilsin insanlar!

Unutmadan söyleyeyim: Ben Kızıltepeliyim. Uğur’un hemşehrisi.

Bu yazı, 22 Kasım 2011 tarihinde bianet‘te yayımlanmıştır.