1992 yılının Nisan ayında bir Cumartesi öğleden sonra, ben daha 13 yaşındayken babam konuşmamız gerektiğini söyledi.

8 yaşındaki kardeşim ile paylaştığım odadaki bebek mavisi rahatsız bir battaniyeyle örtülmüş yatağıma oturduk. Bana ne söyleyeceğini bilmiyordum. Ya da biliyordum ama bilmek istemiyordum.

Geçtiğimiz dört ay boyunca, babam Lexington’daki bir hastaneye girip çıkmaya başlamış; üç yıl önce benden ve boşandığı annemden ayrı yaşadığı Richmond’daki dubleksi kiralamıştı. Babam Doğu Kentucky Üniversitesi’nde iş hukuku dersleri veriyor ve kilisede görev yapıyordu. Kardeşim ve ben zamanımızın çoğunu babama iki saat mesafede Louisville’in güneyinde küçük bir kasabada annem ve üvey babam ile geçirdiğimiz için onunla olmadığımız zamanlarda onun hayatının bize dokunmadığını hissederdik. Kan ile ilgili ufak tefek sağlık sorunları vardı; kan aldırmaya giderken ona eşlik ettiğimiz zamanlarda problemin ne olduğunu açıklamaya çalışmıştı. “Lösemi gibi mi?” diye sorduğumda “Onun gibi bir şey,” diye yanıtlamıştı.

Babam sağlıklı görünüyordu. Salata yer, öğleden sonraları spor çantasıyla spor salonuna giderdi. Yaz akşamlarında yemekten sonra, babamla bir göletteki ördek sürüsü için bayat ekmek götürdüğümüz yürüyüşlere çıkardık, bazen yürürken elimizi tutardı. Bunlar her şeyin yolunda gittiğine dair işaretlerdi. Aralık 1991’de babam bir çeşit anal operasyon geçireceğini söylemek için beni çağırdı. Ameliyattan birkaç hafta sonra, babam hastaneye döndü. Doktorlar beyin lezyonu bulduklarını söylediler. Demans. Ziyaret saatlerinde dediği tuhaf şeyleri görmezden gelmeye çalıştım. Eve geldi; bir hafta sonu konuşmamız gerektiğini söyledi.

“Ben HIV pozitifim,” dedi.

Bunun ne anlama geldiğini biliyordum. Time’a aboneydim. AIDS, Ronald Reagan, Ryan White hakkında çok şey okumuştum. Önümüzdeki birkaç yıl içinde öleceğini biliyordum. Sınıf arkadaşlarım düzenli olarak AIDS ile ilgili görüşlerini belirtirlerdi: HIV’li olan herkesin bir adaya sevk edilmesi gerektiğini, bu gibi “ibne”lere böyle tedavilerin gerektiğini ve onların bunu hak ettiklerini söylerlerdi. Babamın eşcinsel olduğu da açıktı artık. Hayatımda hiç eşcinsel bir adamla tanışmamıştım, TV’de, filmlerde gördüğümüz adamlar gibi olacağını düşünüyordum: Yemek yapmayı seven, takıntılı bir şekilde temizlik yapan biri gibi. Babam annemden boşandıktan sonra yanından geçen kadınlara bile bakmaya tenezzül etmedi. Onun başka bir kadınla eşleşeceği düşüncesi saçma bir şey gibi geliyordu. Hayatındaki tek kadını seviyordum.

“Senin eşcinsel olup olmadığını bir kere anneme sormuştum.” dedim ona. “Eşcinsel?” diye şaşırmıştı; tiksinmişti belki de. “Ben eşcinsel değilim.”

Yıllar önce Nashville’de bir konferans sırasında, sadece bir kez, annemi aldatmıştı. Bir kabin görevlisi ile. Bir hata.

Beş ay sonra, liseye başladığım yıl, babam öldü. Annem babamın sırdaşı, kolejden eşcinsel arkadaşı Pat ile konuştuktan sonra mutfakta bana “Baban hakkında sormak istediğin bir şey var mı?” diye sormuştu. Bana oldukça garip gelmişti, ama o konuşmadan geriye hiçbir şey hatırlamıyorum, nasıl hissettiğimi, ne dediğimi. Pat’e göre, yıllar sonra, babam Lexington’da ve Louisville gay kulübü sahnesinde aktif bir sosyal hayata sahip olmuştu. “Bunun ne kadar zor olduğunu bilmiyorsun,” demişti Pat.

Böyle bir şey olmasaydı, AIDS ile ilgili sivil toplum kuruluşlarına katılır mıydım, emin değilim. Dik durmalıydım ve şöyle demeliydim: Biz bunu yaşadık. Ailem henüz buna hazır değildi ve uzun yıllar da buna hazır olacak gibi görünmüyordu. Babam öldükten hemen sonra okulda söylediğim birkaç yalan (kanserden öldüğü yalanı) dışında babamın kimliğini hiçbir zaman saklamadım. Ama bu konuda hiçbir zaman çok da açık olmamıştım. Editör ve gazeteci olmama rağmen, şimdiye kadar, onun hakkında hiç yazmadım. Bunun yerine, yıllar boyunca yavaş yavaş babamla bağ kurdum: Üniversitede cinsel siyaset ve queer teorisi okudum.

Arada bir kardeşim ile “neler olabilirdi” diye düşünüyoruz. Babam biraz daha yaşasaydı, ilaçlar daha erken kabul edilmiş olsaydı, kültürümüz onun gibi insanlara karşı daha merhametli davransaydı, ne olurdu? Onu orta yaşlı eşiyle ziyaret etmek için Louisville veya Lexington’a uçar mıydım?

Mavi battaniyenin üzerine oturup gözlerimin içine bakarak eşcinsel olduğunu söyleyemedi. Keşke onun kendi kimliğini kabul ettiğini ve bundan gurur duyduğunu bilseydim, belki de bu konuşma hayatı boyunca yapacağı en zor şey olacaktı. Kızgın değilim, ama daha farklı olmasını isterdim.

“Anneme bir kere eşcinsel olup olmadığını sordum,” dediğimde keşke o da karşılığında “evet, eşcinselim” diyebilseydi.

***

Whitney Joiner’in Türkçeleştirdiğimiz bu yazısı slate.com’da yayımlanmıştır.