Hep İleri şiarı ile büyütüldük, eğitildik. Neydi bu ileri?

Önümüzde bir cetvel, cetvelin en sonunda da biz ileri milletler. İyi ki vardık. Mağaradan adım atan insanoğlunun mükemmel haliydik ya da bir kısmımız için de eski insanlar ya da medeniyetler birlikte yaşamanın ideal haliydi. Oysa, İlerlemenin Kısa Tarihi kitabının yazarı Ronald Wright aksini söylüyordu.

Savaşlar

Sınırlarla çevrilmiş memleketlerin başka uluslara karşı olan vahşi tutumu. Kendinden olmayanı reddetme ya da kendine benzetme. Savaşarak medeniyet getirme. Bu hepimizin bildiği aşina “insanca” davranış nerelere kadar uzanıyormuş.

Üst Paleolitik Çağ’da bir tek insan türü (Cro Magnon yani Homo Sapiens) çoğalmış ve tüm dünyaya yayılmış, başka bütün insan çeşitlerini öldürmüş, yerinden etmiş ya da içine katmış, o zamanlar inşan eli değmemiş yeni dünyalara girmiştir.” (s.41)

Kitap bizi bu bilgiden sonra hemen Coğrafi Keşifler dönemine götürür ve davranış benzerliğini gözümüze sokar.

Bir anı:

Uygarlık tarihi anlatan hoca, ilk yerleşik hayata geçişten bir görüntü gösterir öğrencilerine. Etrafı çitlerle çevrili bir evdir bu.

Sorar: Neden çitlerle çevrilidir ev?

Öğrenciler cevaplar:

Vahşi hayvanlardan korunmak için,

Doğal felaketlerden korunmak için.

Öğrenciler cevap ararken gözlerini hep doğaya çevirmiştir. Oysaki hocanın cevabı şaşırtıcıdır. Bu çitler insanlardan korunmak için yapılmıştır.

Çevre felaketleri

Kesilen ağaçlar, yok edilen canlı türleri, kapitalist üretimin doymak bilmeyen tüketim anlayışı. Sürekli dilimizde olan bu şikayetlerin günümüz insanına bağlanan bu durumun da aslında atalarımızdan miras olduğunu görmek de hayret verici.

1722 yılının Paskalya günü Hollandalılar ağaçsız ve aşınmış bir ada bulur. Adaya yaklaşınca yüzlerce dev taş heykelle karşılaşırlar. Kalın keresteler ve sağlam iplerin desteğiyle dikilen heykeller, ada halkının tüm ağaçları yok etmesine neden olmuştur. Atalarını onurlandırma hırsıyla her kuşak bir önceki kuşaktan daha büyük heykeller yapma yarışına girer. Son ağacı kesen adamlar onun son ağaç olduğunu görür ve ondan başka ağaç bulamayacaklarını da bilirler. Ama yine de keserler. Kendilerinin daha az yalnız hissetmelerini sağladıkları için delicesine bağlı oldukları taştan atalarının keskin kenarlı gölgeleri dışında adada gölgelik tek bir yer kalmaz. Bir kuşak daha hala dev taşları sürüklemek ve birkaç kanoyu derin sularda yüzdürmek için yeterli kereste bulabilir. Ama son işe yarar bot da bir gün eskir. İnsanlar o zaman daha az miktarda deniz mahsulü elde edebileceklerini ve daha da kötüsü hiç bir yere kaçamayacaklarını anlarlar.” (s.52)

Son Mamut, son Dodo. Son ağaç, son balık, son goril….

Pasifik’ten Mezopotamya’ya geçtiğimizde peki ya Sümerler?

Medeniyetin beşiği Sümerler. Gılgameş Destanı’nın yaratıcıları. Yıldızları izleyen, sulama işlerini yöneten, tarım ürünlerini geliştiren, bira ve şarap üreten ve daha büyük tapınaklar inşa eden Sümerler. Tüm bu icatlarına profesyonel askerliği ve krallığın babadan oğla geçmesini de ekleyenler. Sümerler de doğal sermayenin son rezervlerini pervasızca zenginlik ve gösteriş için harcamışlar, nadas sürelerini kısaltmışlar, üretimi arttırmışlar, devasa inşa projelerini gerçekleştirmişler. Sonuç ise, Mezopotamya’da büyük bir çöküş olmuş.

Bir diğer efsane medeniyet Mayaların, sahip oldukları doğal sermayelerini tahrip ettiklerini okuyunca da bayağı şaşırdım. Ormanlar yok edilmiş, tarlalar yıpranmış, inşaat patlaması yaşanmış ve nüfus artmış.

Tüm bunların getirdiği kuraklıkla da nasıl mı baş etmişler?

Daha yüksek piramitler inşa ederek, kitlelerini daha fazla çalıştırarak, yabancılarla daha fazla savaşa tutuşarak.

Şair Ovidius İsa’dan kısa bir süre önce şöyle yazmış:

Uzun zaman önce

Toprak daha iyi şeyler sunuyordu

İşlenmeden fışkırıyordu ekin,

Ağaç dallarında meyveler,

Meşe kovuklarında bal

Kimse yarmıyordu toprağı sabanlarla

Ya da bölmüyordu toprağı

Ya da küremiyordu denizlerin dibini

Sahil dünyanın sonuydu.

Akıllı insan doğası, icatların kurbanı,

Fena halde yaratıcı,

Neden çevirirsin şehirleri kuleli surlarla?

Neden silahlanırsın savaş için?

Nüfus patlaması

Ben 36 yaşıma babamın “Aman kızım doğurma” telkinleriyle geldim.

– Bu dünyaya çocuk getirilmezdi,

– Hayat artık çok kötüydü vs. Tabii, bu açıklamalar beni tatmin etmemişti. Ben de akranlarım gibi çoluk çocuğa karışmıştım. Yalnız, Ronald Wright’ın nüfus planlamasına dair yazdıkları ise beni büyüledi.

Kitapta yol aldıkça hep kullandığımız “Dünya nüfusu” tabirinin ne kadar yanlış olduğunu gördüm. Yine dünyanın tek hakimi insan oğlunun kibiriydi bu. Dünya canlı nüfusuna baktığımızda 8 milyar insanın varlığı ise beni ürküttü. Kapitalizmin “eşitsiz gelişim” teorisi ile değil de neden canlı türleri içinde insanoğlunun sayısı bu kadar çok, sorusuyla düşünmek istedim.

Bir de niçin bu kadar uzun yaşıyorduk? 1905’lerde insanın ortalama yaşı 45’lerde imiş. Şimdi bu 80’lere çıktı. Çağımdan bakıyorum bu duruma ve sürekli tüketen, uzun ömürlü milyarlık insanoğlundan da açıkça korkuyorum.

“Doğa Ana, aşırı nüfusun darbe vurduğu bir toplumun yardımına her zaman koşar koşmasına, ama gösterdiği ihtimam hiç de nazik olmaz.” ( Alfred Crosby)

Ronald Wright elbette şunun altını ısrarla çiziyor. Sümer, Maya, Roma ya da Paskalya Adası medeniyetleri çöküşlerini yaşarlarken kendi kendilerinin sonlarını getirmişlerdi. Oysa şimdi medeniyet deneyinin tüm dünyadaki ortaklığı bizleri toptan bir yok oluşa hızla götürdüğü farkını da özellikle belirtmiş.

Ve son söz:

Şiddet kadim dünyadan mirastı

Boy vermişti “medeniyetin kara çiçeği”

Dünyanın her bir köşesinde.

Kalp sökmeyi,

Diri diri yakmayı,

Doğayı katledip nesli yok etmeyi

Taşıdık genlerimizle bugüne.

Homo Sapiens’e yapalım birer aile dizimi

Görelim mağaradan attığı adım

Sonrasındaki felaketler zincirini.

Uygarlığı yüceltme!

Tarih hep tekerrürde.

***

Ronald Wright, “İlerlemenin Kısa Tarihi”, Aylak Kitap, 2012