Biraz hayal kurmak tehlikeliyse, bunun çözümü daha az hayal kurmak değil, daha fazla ve her zaman hayal kurmaktır.” Marcel Proust

Birileri yerin kaç kat altında nefessiz kalırken, iş cinayetlerinde daha nice işçi emekçi göz göre göre sakat kalıp ölürken, 14 yaşında çocuklar ekmek alırken, gençler meydanlarda, sokaklarda gaz kapsülleriyle öldürülürken, sınır kapılarında analar çocuklarının gözleri önünde silahlarla taranırken, bir sigara parasına kilometrelerce yol tepenlere çocuk genç demeden bombalar yağdırılırken, kadınlar tecavüz ve namus cinayeti kıskacında sıkışıp kalmışken, tüm bu olanlar karşısında diğerlerinin yavaş yavaş ruh ölümleri gerçekleşirken geçen Haziran’daki iktidara karşı mizah ve neşe gücümüzü kaybetmeye başlamışken, hayalden başka tutunma gücü kalmıyor bazen insanın.

Tüm bu vahşet niye? Öz gücümüzü, kapasitelerimizi, arzularımızı gerçekleştirmek için gelmedik mi bu fani dünyaya?

Bir hayalim var. Soma katliamının haberini binlerce kilometre öteden aldığım gece herkes gibi uyku tutmadı düşündüm durdum, gündemi takip eden ortalama bir Fransız eşimin “Şirket sahibi başbakanın tanıdığıymış, değil mi” sorusu ile başlayan sohbetin “Peki kim çıkaracak bu kömürü?” ile devam eden saatlerinde… Bir kere çevreye, insana bu kadar zararlı bu kömürün çıkartılması şart mı? Yenilenebilir enerji kaynakları ne güne duruyor? Hem ortadan kâr hırsını kaldırdık mı bu kadar fazla üretime ne gerek var? Reklamlar, tüketim çılgınlığı, AVM tipi ambalajlı hayatlar, lüks sitelerin gece gündüz yanan ışıklandırmaları, tüm bunlar olmadığında zaten bu kadar çok termik santrala, nükleer santrala, kömür madenine, HES’lere ihtiyacımız olur mu gerçekten?

Elime sihirli bir değnek alıp bir anda kimsenin özel şirketin ya da devletin artı-değer üretme kaygısının olmadığı bir dünya hayal ediyorum. Mutluluk nedir, diye soruyorum kendime, insanın kendi yeteneklerini hayata geçirerek, arzu ettiği işi, para gibi başka bir dolayım aracı olmadan yapması diyor içimden bir ses. E hadi o zaman mesela birisi kek-pasta pişirmeyi seviyorsa onu yapsın, bir başkası duvar boyamayı seviyorsa onu, eminim birileri balık tutmaktan hoşlanırken, birileri de tamir işlerini yapmaktan zevk alacaktır.

Birkaç yıl evvel okuduğum bir gazete haberini hatırlıyorum; belli ki benim gibi düşünen birileri böylesi bir ağ kurmuşlar, mesela ev toplamaktan hoşlanan biri başka birilerinin evlerini toplamaya gidiyor, gittiği saat karşılığı da o ağa üye birilerinden istediği hizmeti, malı alıyor. Örneğin elektrik işlerinden anlayan ve seven birisi gelip onun evinin elektrik işlerini yapıyor.

Küçükken matematik öğretmeni olan annemin, piyano öğretmeni aile dostumuzun çocuklarına matematik çalıştırması sayesinde (ben pek değerini bilemesem de) ablamla beraber piyano çalmayı öğrenmiştik. Müziğin değeri gibi bu karşılıklı dayanışmanın değerini de yıllar geçtikçe daha da iyi anladığımı anlattım Jérôme’a, ama oldukça somut ve pratik sonuçları seven Jérôme “peki mesela İsviçre’de o çok pahalı saatleri üretenler ne olacak?” diye sorunca önce “ne gerek var pahalı saatlere?” diyecek oluyorum ama yoo güzel ve mükemmel işleyen saatler üretmeyi sevenler yine üretsinler, çalıştıkları süre karşılığı da ortak havuzdan istedikleri hizmeti, ürünü alsınlar. “Peki ya binlerce dolara satılan ama aslında 2 saatte yapılıveren bir sanat eseri?” diye soruyor bu sefer. Evet, sanat belki de ölçüsü en zor ürün, ama zaten mesele de bu değil mi? Niye ölçmeye, paha biçmeye çalışıyoruz? Hayat, senin, benim, ölümlerin en beteriyle ölüp giden madencinin hayatı ölçülür mü ki?

Roman yazmayı seven yazsın, resim yapmayı seven yapsın, bak arada satış mantığı olmayınca çok daha güzel işler çıkacak göreceğiz. İsteyen o resimleri “alsın” ya da resim yapmayı seven kişi resim yapmayı öğrenmek isteyenlere ders versin (yani ortadan para kalktığı için simgesel bir alış olacak bu, sanatçının hanesinde o resim için harcadığı zaman kadar bir hizmet ya da ürün alma hakkı olacak) Hem zaten bir köşede sermaye biriktirme derdindeki şirketler, patronlar, siyasetçiler aradan çekildiğinden, aşırı tüketim mantığı yok olduğundan kaynaklar da insanlığa rahat rahat yetecek.

Hele bir 2,5 yaşında çocuk psikolojisinden çıksa insanlık ve sahip olduklarıyla değil de severek yarattıklarıyla mutluluğu yakalasa. “Ben” derken aslında bütün bir evreni kapsayan bir “BİZ”i solusa, yalnızlaştırılmış, gelecek güvencesizliği, aç kalma korkusu içinde kenara bir şeyler biriktirmekle değil o anda yaptığı her ne ise onu yaşasa. Bunun örgütlenmesi ilk başta zor gibi görünse de aslında teknolojinin ve genel zekânın geldiği bu evrede eminim bilgisayar programcıları müthiş bir program hazırlayabilirler bu severek yapılan işler havuzu için. Sonra bunun organizasyonu, çıkan sorunlar vs. hep beraber doğrudan karar alma süreçleri ile sağlansa. Nezaketle, güvenle, saygıyla ortak yaratılan bir güzelliği yaşamak adına…

İnsanlık tarihi bunun örneklerini biliyor: Paris Komünü, Zapatistalar, Brezilya’da Topraksız Köylü Hareketi, Gezi Parkı’nda paranın ortadan kalktığı ortak yaşam deneyimi, forumlar… Hele bir devletin şiddeti ve baskısı ile uğraşmak zorunda kalmadan kurucu gücümüzü tanıyabilsek, neler neler olur… Benim hayalim bu ve yalnız olmadığımı biliyorum. Bunca acı, bunca utanç, bunca sefalet, bunca haksızlık, karşısında hayallerimize, umutlarımıza sarılmazsak pek yakında hepimizin nefessiz kalacağını bildiğim gibi…

Yazının ilk bölümünü okumak için tıklayınız.