Başlarken, nereden gelmiştik?
***
Merhaba,
Annelik ile yan yana gelmesi çok mümkün olmayan “kolay” kelimesini kullandığımın farkındayım. Hele gelişim basamaklarını sizin desteğiniz olmadan atlayamayan bir çocuğunuz olduğunda. Zaten bu yazı da bunları kolaydan yapmanın formülünü veremeyecek; yazan bile böyle bir formül var mı, emin değil. Ama her şey işte bu kolaycılıkla başladı, daha basit bir hayatı aramak ile.
Her şey başlamadan önce, herkesin yaptıklarına benziyordu yaptıklarımız. Tam zamanlı bir işim ve tam zamanlı işine çok yoğun çalıştığı için hafta sonları bile ancak ek mesai konulmadığında vakit geçirebildiğim bir eşim vardı. Bununla beraber, çocukluğum şehrin tenha ve hâlâ yeşil bir bölgesinde, her şeyi, evlerini bile kendi elleriyle yapmış ailesiyle geçtiğinden her şeyin daha farklı da olabileceği bilgisi.
Çocukluğum İstanbul’un 90’lı yılların ortalarına kadar tek katlı müstakil ve bahçeli evlerin olduğu, türlü türlü kuşun yaşadığı bir göle ve şam fıstığı, böğürtlen ve ekşi yoncanın bolca yetiştiği küçüklü büyüklü ormanlara sahip bir semtinde geçti. 90’lı yıllarla beraber aşırı göç ve betonlaşmanın altında enkaza dönen şeylerden biri de, benim gibi birçok kişinin çocukluğuydu. Eşimle, unutamadığım o ihtimali tanıştığımız günden beri konuşuyorduk. İşlerini bırakıp şehirden köye göçen insanların hikâyelerini okuyorduk, izliyorduk.
Bir süre sonra en büyük uğraşımız, kendi kendine yeten basit bir hayat için uzun uzun planlar yapmak oldu. Tatillerimizi bu yerin varlığını araştırarak geçirdik. Gittiğimiz her sokakta, gördüğümüz her taşın altında bu hayale bir zemin araştırdık. O zamanlar hamile kaldım. Çocuğumuz için de daha basit bir hayatın ihtimali araştırma yapmakla çok vakit kaybetmememiz gerektiğini anlamamızı sağladı. Kendine özel bir yer arama fikrinin bile aslında nasıl hileli bir modern saplantı olduğunu da fark ettik.
Kızımız doğduktan bir sene sonra eşim işini bıraktı. Bir iki senelik birikimlerimizle güneyde gördüğümüz bir dağ köyüne yerleşmeye karar verdik. Ben köylerde öğretmenliğe devam ettim. İki sene kirada kaldık. Ekip biçebileceğimiz ve bütçemizi zorlamayacak bir toprak parçası bulduk. Üzerine temelsiz 15 m2’lik ahşap bir yapı ekledik. (Yapmayı düşünenler için şimdilik bu kadar kalsın. Küçük alanda yaşamın hileleri için yeni bir yazı da buradan göz kırpsın)
Yaşamımız tam dilediğimiz gibi yön alıyordu. Ben ilk etapta “do nothing farm” tekniklerini uyguladım ama bölge o kadar zengindi ki, sadece toplayıcılıkla geçebilirdi hayat. Yenebilen yabani bitkilerin varlığı ile gıda ormanına yönelttik kendimizi kültür bitkilerinin ekimi yerine. Evimizin içini, kümesimizi, tesisatlarımızı, çoğu şeyi ikimiz yapıyorduk. O sırada kızımız Meriç de gelişiyordu ama beklenilen yönde değil. Meriç, gelişim basamaklarını karşılamıyordu artık.
Birkaç senelik “yabani” hayat tecrübelerimizin buna sebep olduğundan şüphe duyduk. Ama sokaklarda çocuklar vardı ve onlarla geçirebildiği bolca vakti de. Şehirdekine göre daha sosyaldik olduğumuz yerde. “Yeni köylüler” olarak kendimizi asla ayrıştırmadık. Yaşadığımız yerin yerlisi ile, onların bildiği anlamda komşuluk yaptık. Sevdiğimiz dostlarımız oldu. Buna rağmen birçok yönden, dil gelişimi en belirgin olmakla beraber Meriç’in yaşıtlarıyla arası oldukça açıldı. Artık oyun çağına gelmiş olmasına ve buna istekli olmasına rağmen yaşıtları ya da büyük abi-ablaları ile oyun oynayamadığını fark ettik.
Kızımızı proje olarak görmek istemediğimiz için çocuk gelişimi üzerinde çok fazla okuma-araştırma yapmamaya gayret ediyorduk. Onun için de kurduğumuz sade hayatın içinde akıcı bir biçimde büyüyeceğini hayal etmiştik.
Öyle olmadı.
Büyüdükçe sorunları belirginleşti, korkuları arttı. Karşılaştığı her yeni keşif onu heyecanlandırmak yerine korkularını artırdı. 3.5 yaşındayken bir çocuk psikiyatristine gittik ve uzun zamandır düşünmemeye çalıştığımız gerçeği açığa çıkardı söyledikleri: “Atipik Otizm” dedi. Belli bir gayretle yaşıtlarını yakalayabileceğini ama nasıl söylese, hep biraz farklı bir insan olacağını söyledi. Farklılık sorun değildi. Annesinin ve babasının kaderinin de bazı “fark”lılıklar tarafından belirlendiği düşünülürse…
Böylelikle, sade hayat gayesine, onunla çok çatışacağını düşündüğümüz otizm başlığı tüm ağırlığıyla eklendi. İlk haftalar ağlamaların önüne geçemedik. Bir noktadan sonra isteseniz de ağlayamıyorsunuz. Karşınızda teşhis koyulmadan önceki haliyle hayatınız ve çocuğunuz sizin karar almanızı bekliyor, onlarda hiç bir şey değişmiyor. Sonra bir şeyler yapmak için harekete geçiyorsunuz. Ama bu konuda da diğer konularda olduğu gibi çok geride olduğumuzu öğreniyorsunuz.
Bırakın, size en yakın şehir merkezinde otizm konusunda uzman birilerini bulmayı, haftada sadece üç saat eğitiminin devlet tarafından karşılanacağını ve İstanbul’da en iyi merkeze de gitseniz, bunun dışında eğitim verebilmek için yeterli kaynağı karşılayamayacağınızı anlıyorsunuz. Etkili olabilecek bir aylık eğitiminin bedelinin burada kurduğunuz hayata harcadığınız kadar olduğunu hesaplıyorsunuz.
Bu noktada, aynı yere döndük. Bizim öğrenemeyeceğimiz, yapamayacağımız bir şey mi kızımızın ihtiyacı olan? Çünkü, az çalışarak para kazanamasak da önemli bir değeri avucumuzun tam ortasında tutuyorduk. “Zaman”. O zamanla, bir senedir otizm konusunda bulabildiğimiz tüm bilimsel dökümanları okumaya başladık. Şimdi aslında mühendis olan eşim Skinner’dan uygulamalı davranış analizi metodunun temellerini öğreniyor. Ben köy okulunda öğretmenliğe devam ediyorum ve kalan vakitlerimde ellerimle ürünler yapıyorum. Onları çoğunlukla yerel festivallerde satarak, Meriç’in ek derslerini ödüyorum.
Belli bir konuda uzmanlaşarak büyüyen biz modern bireyler, başkalarının işini yaparken biriken işlerimizi yine başkalarının yapmasına o kadar alışmışız ki, hayatımızı bunca dönüştürmemize rağmen ilk aklımıza gelenin evde onun için uzmanlaşarak eğitim, deneyim sağlamak olmaması da çok acı. Böylelikle hâlâ 15 m2’deyiz, hâlâ evimizin etrafındaki ufuk geniş. Burada kalıcıyız ve kendi işimizi kendimiz görmenin kolaycılığındayız.