Film yönetmeni Duncan Jones’a göre, David Bowie’nin oğlu olmak kariyeri için büyük bir sıçrama tahtası olabilirdi, ama Jones mümkün olduğunca babası Bowie’nin adını kullanmaktan kaçındı. İlk bilimkurgu filmi “Moon”u çektiğinde çok az insan onun önceki yaşamında ‘Zowie Bowie’ olduğunu biliyordu. İkinci filmi “Source Code” ile beraber, dünya Duncan hakkında yeni şeyler öğrendi. Filmin başarısının getirdiği haz ile Jones da nihayet ünlü bir baba ile büyümenin nasıl bir şey olduğu hakkında konuşmaya karar verdi.

Bafta ödüllü yönetmen Duncan Jones henüz küçük bir çocukken, babası onun da kendisi gibi müziğe ilgi duymasını istemişti; bunun için çabaladı, çabaladı ve çabaladı.

‘Benim gerçekten bir enstrüman çalmamı istiyordu,’ diyor Jones.

“Davul çalmayı öğrenmemi istedi ama ben istemedim. Saksafon? Hayır. Piyano? Hayır. Gitar? Hayır, teşekkürler! Tanrı onu korusun. Çabalamaya devam ediyordu ve hiçbir şey olmuyordu. Hiçbir şey olmayacaktı. Bir enstrüman çalmayı öğrenmek istemiyorsam bunun nedeni bilinçaltımda ister istemez bu konuda bir tepki oluşturmuş olmamdı sanırım; aksi takdirde bunun başka bir nedeni olamazdı. Çünkü ben bir enstrüman çalamayacak kadar yeteneksiz olamazdım! Babam, “Alıştırma yapmalısın” derdi. Ben de şöyle cevaplardım onu: “Ama ben alıştırma yapmak istemiyorum.” Müzik beni ilgilendirmiyordu ve bu iş olmayacaktı.”

article-2024724-0D64C01C00000578-224_306x498Bir efsane olan babasının mesleğine karşı inatçı direnişi devam etti.

11 yaşındayken, Duncan Zowie Haywood Jones (Bowie’nin gerçek soyadı) ismini, lakabı olan Joe ile değiştirdi; zaten Zoe isminin eril bir formu olan Zowie ismini de bahsetmekten pek hoşlanmadığı annesi Angie vermişti, bu isimle okulda alay konusu olmaktan öteye geçememişti.

18 yaşına geldiğinde gayet sıradan olan Duncan adını kullanmaya karar verdi. Bu ad ise ona babasından yadigardı.

Jones yine de büyük bir kararlılıkla babasının mirasını üzerine almaktan kaçınıyordu.

“Babamın adını kullanarak hiçbir iş yapmadım ve neyse ki buna hiçbir zaman ihtiyacım olmadı.”

Müzik, Jones’un tutkusu değildi – sinema onu heyecanlandırıyordu. Bowie her şeye rağmen oğlunu destekledi ve kendi yolunu çizmesine yardım etti.

“İşte burada tamamen evimde hissediyorum, derdi. Orası neresiydi, biliyor musunuz? İşiydi. Babanız ne yaparsa yapsın her çocuk gibi siz de onu çalışırken izlemeye gidersiniz. Biz ise sadece konserin bitmesini beklerdik ki eve gidebilelim. Sahneden gelen sesleri duyardım ama zamanımın çoğunu turnede ekipmanları kurmakla görevli insanlarla oynayarak geçirirdim.”

“Birçok yönden inanılmaz bir çocukluk geçirdim. Tüm dünyayı dolaştık ve muhteşem şeyler yapabildik. Küçücük bir çocukken Japonya’da bir sumo güreşine gittiğimizi hatırlıyorum, çok şaşırmıştım. Çok fazla insanın deneyimleyemeyeceği eşsiz şeyleri yapabilme şansına sahiptim; anılarımı birer hazine gibi saklıyorum. Ama bu, çoğunlukla sahne arkasında sıkılmış bir vaziyette oturduğum gerçeğini değiştirmiyor.”

“Fotoğrafımın çekilmesinden hoşlanmamamın sebebi hep çocukluğumda yaşadıklarımdan kaynaklanıyor. Her yerde fotoğrafçılar vardı ve birileri fotoğrafımı çektiğinde her zaman büyük bir tepki ile karşılaşırdım: “Onu saklayın!”

Her gece konser alanını terk ettiğimizde büyük yaygara kopardı – babam gelmeden önce güvenlik görevlileri ile birlikte hızlıca arabaya binerdik; böylece babamla birlikte fotoğrafımızı çekemezlerdi. Bana bakmakla yükümlü olan kadın kollarıyla başımı sarardı; günün sonunda arabaya binip eve varabilmek büyük bir olaydı. Bu, beni oldukça etkiledi.”

‘Yaklaşık yedi yaşındaydım ve birlikte videoda The Sea Hawk’ı, Errol Flynn ve James Cagney filmlerini izlerdik. Kesinlikle bu filmlerin hepsini çok sevdim. Babam, beni Fritz Lang’ın “Metropolis” filmi ve Baron Munchausen ile tanıştırdı. Şöyle derdi: “Buna bayılacaksın! Muhteşemdir- böyle bir şeyi daha önce görmediğine eminim.” Sekiz yaşındayken bana A Clockwork Orange/ Otomotik Portakal filmini gösterdi. Birlikte bir kanepede oturuyorduk, kolunu omzuma atmıştı ve her şeyi açıklamıştı.”

A Clockwork Orange/ Otomatik Portakal, çoğu ebeveynin küçük çocuklarına izletmekten kaçındığı hayli tartışmalı Kubrick filmi. ‘Biliyorum!’ diyor ve gülüyor Jones. “Babam bunun sorumluluğunu almıştı ve ne yaptığının farkındaydı.”

“Babam bana 8 mm kamera kullanmayı da öğretmişti. Küçük Kodak kartuşlarım vardı. Birlikte turneye çıktığımızda yanımda taşırdım. Küçük animasyon filmler çekerdim. Bana çok yardımcı olmuştu. Bir film yapmanın inceliklerini, senaryo yazmayı ve ışığı doğru kullanmayı öğretti. Babam sahneye çıktığında ben de küçük filmler çekerdim.”

Jones’un annesi, eski Amerikalı model ve oyuncu Angie Bowie (Mary Angela Barnett), dikkat çekici bir şekilde onun anekdotlarında yok. Uyuşturucu ve sansasyonel ilişkileriyle gündeme gelen Angie Bowie ve David Bowie, 1980 yılında boşandı ve Jones, Arizona’da yaşayan annesini bir daha görmedi.

“13 yaşındayken iletişimimizi kestik ve bu doğru bir seçim oldu,”

“Üzerimde çok olumlu bir etkisi olmadığı için bunun hala doğru bir karar olduğunu düşünüyorum.”

Yıllar geçti. Duncan babasıyla mümkün olduğunca görüşmeye devam etti.

“Her hafta sonu babamla Skype yapardık ve ne zaman New York’a gitsem buluşmaya çalışırdık. Filmlerimi erkenden görme şansına sahip değildi. Onları hep bittiğinde gördü. Her zaman çok destekleyiciydi.”

“Harika bir adam ve babaydı. Benim yaratıcı bir kişi olduğumu anladığını düşünüyorum. Bana zaman verdi, kendi yolumu çizmem için bekledi ve kendime güven duymamı sağladı.”

“Kesinlikle, şimdilerde çok büyük pişmanlık duyuyorum. Gitar veya başka bir enstrüman çalabilmeyi çok isterdim ama artık bunun için zamanım yok.”

***

Bugün Duncan Jones’tan babasının ölüm haberini aldık ve hepsi birer hazine olan bu anıları paylaşmak istedik.

Sen yine de protein haplarını almayı ve kaskını takmayı unutma Major Tom. Seni seviyoruz!

***

 

Bu yazıyı Berfun Çağınlı Türkçeleştirmiştir.