Günışığı Kitaplığı, 15 Aralık 2012 tarihinde Irmak Okulları’nda “Eğitimde Edebiyat” başlıklı bir seminer düzenledi. Prof. Dr. Selahattin Dilidüzgün, Behiç Ak ve Müge İplikçi‘nin konuşmacı olarak yer aldığı seminerde edebiyatın bir çocuğun hayata hazırlanmasında nasıl bir rolü olabileceği konuşuldu. Günışığı Kitaplığı’nın da izniyle seminerde konuşulanları ilginize sunuyoruz. Üçüncü ve son metnimiz Müge İplikçi tarafından hazırlanan “Zor Konuları Edebiyatla Paylaşmak” başlıklı sunum.
Pink Floyd’un The Wall albümü ve özellikle Another Brick In The Wall (Duvarda Bir Tuğla Daha) parçası, benim kuşağımın başkaldırı arketiplerinden biriydi. Özellikle, eğitimdeki tek tipliğin işlendiği sözler ve görüntülerin yer aldığı asıl video klibe, bir fırsatınız olursa bakmanızı önerebilirim. Gerçekten ilginçtir. Orada çocuklar ağır ağır bir şerit üzerinde yürürler. İnsandan kuklaya dönüştükleri bir kıvamda büyük bir kıyma makinesine düşer, oradan da homojenleşmiş bir biçimde kıyma olarak çıkarlar. Başka bir biçimde söyleyecek olursak, torna işidirler artık.
Savaş sonrası kuşağın düştüğü bu büyük boşluğun arka planı oluşturduğu bu albüm, insan dediğimiz canlının başta savaşlar olmak üzere, toplumun genel harçlarını oluşturan aile ve okul gibi kurumlarla nasıl üniformalaştırıldığını anlatır bize. Ama şunu söyleyebilirim ki, zaten o yüzden burada bununla başladık, asla umutsuz değildirler. Tıpkı benim gibi. Çünkü tek tipleştirmeye karşı birey olma alternatifi, bunun koşullarını yaratabilecek vicdanlı insanlarla sağlanabilir. Buna hâlâ bir imkan olduğuna inanlardan biri de benim ve bunun için burada bu konuşmayı yapıyorum.
Pink Floyd ve ekibi bu klipte, çeşitli kalıplara tutunarak meşruiyet sağlayanları afişe etmekle işe başlar. İnsanın düşüşü ve yeniden yükselişi anlamında, çağdaş bir tragedya vardır karşımızda. Sağaltımımıza yardımcı olacak koroyu ise, özgürlük fikrini yeniden düşünmemizi sağlayabilecek vicdanlı insanlar oluşturur. Küllerinden yeniden doğabilmeyi başarabilmiş insanlardır bunlar. Yangın yerine dönmüş olan yeryüzünde iğneyle kuyu kazmak adına, farklı yeryüzü cennetleri yaratabilmeyi göze alabilenler. Şimdi değerli öğretmenlerim, diyebilirsiniz ki, “Çağımızın çetrefil dengelerini ya da dengesizliklerini düşündüğümüzde, günümüzde her şey bu kadar rahat ayrıştırılabilir durumda mı Müge?” Elbette hayır, kesinlikle hayır. Bunu siz benden çok daha iyi biliyorsunuz. Çünkü farklılığın ve cennetlerin tanımlarında da yaşadığımız çok ama çok önemli sorunlar var.
2007 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan, benim de çok sevdiğim bir yazar olan Doris Lessing, ünlü yapıtı Altın Defter’in önsözünde, bakın eğitimle ilgili neleri paylaşıyor bizimle. Eğitim, çocuğun beş ya da altı yaşlarında okula gitmesiyle başlar. Notlar, ödüller, eğilimler ve bazı yerlerde hâlâ yıldızların ve eksilerin içerildiği bir süreçtir bu. Bu at yarışı zihniyetinin, kazanan ve kaybeden biçimindeki düşünüşün, bir yaşama mâl olduğunu belirtir ve bu örneği yaratıcılığın ve özgürlüğün en tartışılamaz yer olduğu kanısının hakim olduğu yazarlık ve edebiyat alanına taşır Doris Lessing. Ve eleştirmenlere dokunacak sözler söyler. ‘Kendi alanında Yazar X, Yazar Y’den birkaç adım ileride ya da geride kaldı. Son kitabında Yazar Z, Yazar A’dan daha iyi olduğunu kanıtladı,’ yorumlarına kadar gider. Çocuk başından beri, der Lessing, başarı ve başarısızlık terimleri kullanılarak, karşılaştırmalı düşünmek için eğitilir. Bu bir ayıklama sistemidir. Zayıf olan umudunu yitirir ve aradan çıkar. Birbirleriyle devamlı yarışacak birkaç kazanan kişi yaratmak için planlanmış bir sistemdir bu. En başta öğretilenlerden biri de, kişinin kendi yargılarına güvenmemesi gerektiğidir. Çocuklara otoriteye boyun eğmeyi, başka insanların fikirlerini ve kararlarını öğrenmeyi, alıntı yapmayı, onları ezberlemeyi ve razı olmayı öğretir bu sistem.
Dahasını da söyler Lessing. Politik alanda ise, çocuğa özgür, demokrat, özgür irade ve düşünceye sahip, özgür bir ülkede yaşayan, kendi kararlarını veren biri olduğu öğretilir. Oysa bu çocuk, çağının tutum ve dogmalarının kölesidir. Bunu sorgulayamaz bile, çünkü var oldukları kendisine söylenmemiştir. Seçim yapma aşamasında bile, bakın burası çok önemli değerli hocalarım, seçim yapma aşamasında bile, sistem tarafından bir kalıba sokulduğunun farkında bile değildir. Aslında seçimin, kültürümüzün özünde köklenmiş hatalı bir bölünmenin sonucu olduğundan haberi bile yoktur. Lessing’e hak veriyorum ve yıllarca böyle bir eğitim sisteminde yetişen bu çocuklardan sizce ne olabilir, diye soruyorum. Bunu kendime de soruyorum tabii ki. Diğerlerine genelgeçer fikirleri aşılayan insanlar, birer turnusol kâğıdı, rüzgarı çok iyi ölçen aletler, barometreler, kalıplara yeni kalıplar üreten insanlar, rüzgâr gülleri, hadi daha iyimser söyleyeyim, en güzelinden yelkenler. Lessing bu noktada benden daha katı.
Diyor ki: “Eğitim sistemimiz, insanları kendileri dışındaki insanların düşünceleriyle hareket etmeye, kendilerini otorite temsilcilerine beğendirmeye alıştırmak için kurulmuştur.” Buna karşı çıkanların ise, bir süre sonra neye karşı çıktıklarını unuttuğunu, karşı çıktıkları sistemin genelgeçer kurallarına kollarını, beyinlerini, derken ruhlarını kaptırdıklarını düşünenlerdenim. Kısır bir döngü gibi anlayacağınız.
Peki, burada, tam da burada bana tekrar sorabilirsiniz, ‘Umudunuz yok mu?’, diye ve ben de bir kez daha tekrarlarım, evet, umudum var. Ben umutlu bir insanım; beni tanıyanlar tanır. İçimde, sistemin bir türlü öldüremediği bir çocuk taşıyorum ben ve iyi ki de taşıyorum. Bu noktada biraz, ünlü siyaset bilimci Hannah Arendt gibi düşündüğümü söyleyebilirim. O bize, her şeye rağmen buluşmamızın mümkün olduğundan bahseder. İnsan yaratıcılığının özgür kılınabileceğini müjdeler. Kendisi Nazi zulmünün ortasından yükselmiş Yahudi bir akademisyendir. Kötülüğün sıradanlığından bahseder bize. ‘Görevimdi. İnsanları sabun yapmam bana söylenmişti,’ diyen subayların görevle yaşamı nasıl kurguladıklarını anlatır bize tek tek. Ve kötülüğü sıradanlaştıran bu dünya düzeninin yeniden yapılandırılması için, okullardaki eğitime yönelik yazılar da yazmıştır.
Gençlere, özellikle onlara yalan söylemememiz gerektiğine yönelik yazılardır bunlar. “Kanım odur ki, onlara dünyayı en yalın haliyle anlatmak durumundayız,” der. Retorikten arınmış metinlerle buluşturmalıyız onları. Dünyanın toz pembe bulutlarla çevrili bir mekân olmadığını; bir grup azınlığın büyük bir çoğunluğu nasıl yönettiğini anlatmalıyız. Dünyadaki açlığı, yoksunluğu, yoksulluğu, milliyetçiliği, dinciliği, cins ayrımcılığını, otomasyonu, eko felaketleri, tutuculuğu, etnik farklılıkları, ahlakın ne olduğunu, erdemin nerede yaşadığını, hukukun neye yaradığını, neye yarayamadığını, fırsat eşitsizliklerini, ana dil hakkını, ensesti, travmayı, yaşı büyütülerek gencecik yaşlarda asılanları, sömürünün çok katmanlı ve çok yüzlü bir olgu olduğunu anlatmamız gerektiğini söyler.
Çünkü, dünyamız gerçekte bu aks üzerinde dönmektedir. Diyeceksiniz ki, sen bir yazarsın, duygusal bakıyorsun. Haklı olabilirsiniz, ama benim görevim de bu. ‘Ancak bunları onlara anlatabilirsek dünyayı farklı bir yörüngeye oturtmak mümkün olabilir,’ diyen Arendt’e sonuna kadar katılan biri olduğumu da belirtmeliyim. Çünkü onlar da, tıpkı bizler gibi bu dünyada yaşıyorlar. ‘Neden?’ derseniz, yine ancak ve ancak bunları anlatırsak kötünün sıradanlaşamayacağı, savaşın cevap olamayacağı bir dünyayı yakalama şansımız olabilir.
Yalancı Şahit diye bir kitap yazdım ben. Orada taş atan çocukları anlattım. Ve bir okur buluşmasında genç bir okurum bana, eğitim ve sanatın insan ruhunda yaratabileceği farklılıklara vurgu yaparken, “Size katılmıyorum,” dedi. “Bu iş eğitimle, sanatla falan çözülemez. Her öfkelenen taş mı atarmış? Ben de birçok şeye öfkeliyim, ama ben taş atmıyorum.” “O zaman, tam da burada bunu düşünmemiz gerekiyor,” dedim. “Gel bunu birlikte düşünelim. Seni taş atmamaya hangi koşullar hazırlamıştır; buna bakalım. Hangi koşullar sayesinde taş atma ihtiyacını duymuyorsun? Ve gelelim taş atanlara. Peki ya onlar hangi koşullar yüzünden taş atıyorlar acaba?” Bunu düşünebilmemiz bile, kafamızdaki bir tuğlayı duvardan çekip almak anlamına gelebilirdi. Hâlâ da benim için öyle.
‘Tek bir tuğla işi çözer mi,’ derseniz, karşı tarafı görmek için bütün duvarın yıkılmasını beklememize zaten gerek yok. Bazen tek bir tuğla, bakış açımızı farklılaştırabilir. Bunu da edebiyat ya da sanattan daha iyi yapabilecek başka bir araç düşünemiyorum açıkçası. Tam da burada belki şunu söyleyebilirim. Yalancı Şahit’i yazarken oldukça zorlandım, çünkü ortada farklı bir gerçek vardı. Karşımdaki kitle -biliyorsunuz ben yetişkinler için yazan bir yazarım- beni ürküten bir kitleydi. Öğretmenlik geçmişim var, fakat edebiyat bambaşka bir köprüdür bilirsiniz. Bu konuda Günışığı ekibinin bana yaptığı yardımları gerçekten çok önemli ve değerli buluyorum. Onlar bana gerçeğin bu gençlerle nasıl buluşturulabileceği yönünde çok önemli açıklamalar yaptılar ve sanırım gençlere bir parça da olsa Türkiye’de olup bitenlerin bir parçacık bize farklı görünen yüzünü açma şansımız oldu bu kitapla. Öyle düşünüyorum.
Sizi karanlık bir yerlere çekmek açısından bu konuşmayı yapmadığımı da bilmenizi isterim. Dediğim gibi, bir eğitimci geçmişim olduğundan ötürü sizlerle buluşmanın ne kadar kıymetli olduğunu bilebilen biriyim. Çünkü elinizde çok önemli bir potansiyel var ve bu potansiyel yaklaşık 20 yıl sonra bizlere farklı yerlerden sesleniyor olacak. Onlar çok önemli, ama şu aşamada siz, sizler çok daha önemlisiniz. Bu yüzden burada beni dinlediğiniz için size minnettarım ve sözlerimi Avusturyalı yazar Ingeborg Bachmann‘dan alıntıladığım bir paragrafla bitirmek istiyorum.
“Bir gün gelecek, insanların siyah ama altın gibi parlayan gözleri olacak; onlar, güzelliği görecekler, pisliklerden arınmış ve tüm yüklerden kurtulmuş olacaklar, havalara yükselecekler, suların dibine inecekler, sıkıntılarını ve ellerinin nasır bağlamış olduğunu unutacaklar. Bir gün gelecek, insanlar özgür olacaklar, bütün insanlar özgür kalacaklar, kendi özgürlük kavramları karşısında da özgür olacaklar. Bu, daha büyük bir özgürlük olacak, ölçüsüz olacak, bütün bir yaşam boyunca sürecek.” Bachmann’ın bu içten dileğine sonuna kadar katılıyorum. Bir gün gelecek insanlar kendi özgürlük kavramları karşısında da özgür olacak. Bunun için sizlere güveniyorum, sağ olun.