Nereden, neresinden tutacağımızı bilemediğimiz bir süreç. Kendimizi nerelere koysak, neredelerde dursak, olmuyor. Gerçeküstü durumlar yaşıyoruz. Bir Avrupa ülkesinde- ki onu da hadi Akdeniz’le sınırlandıralım, 50 yılda olabilecek şeyler bu ülkede bir günde oluyor.

Benim dedem de, amcam da baş madenciydi. Şimdi emekliler. Ailemde işiyle en gurur duyduğum insanlar onlar. Dedemde çok ciddi akciğer rahatsızlıkları var. Babaannem ona geceleri ballı süt yapıp içirirmiş. Babam, dedemin halen hayatta olmasını o ballı süte borçlu olduğunu söylüyor. Bilmiyorum ne kadar doğru. Ama şunu biliyorum: Dedem de amcam da işe giderken evdekiler her zaman geri gelememe ihtimali olduğunu bilirlerdi. Dedem madenden kazandıklarıyla evlatlarını okutmuş, yedirip içirmişti. Halen Zonguldak’ta yaşıyorlar.

Zonguldak, hep kömür kokar ve yaz kış gridir. Dedem de amcam da hâlâ kömür kokar buram buram. 1990’daki Amasra ve 1992’deki Kozlu facialarını hatırlıyorum. Geçtiğimiz günlerde bir işçi çıkıp “arkadaşlarımızı 5 yıl kadar sonra bize kömür diye satacaklar” dedi. O söylemeden önce düşünmüştüm böyle olabileceğini. Çünkü öncekilerde böyle olduğunu çocuk halimle bile anlayabilmiştim. Halamla konuştuk telefonda “hatırlamıyor musun, Kozlu’da beton döktüler göçüktekilerin üzerine?” dedi. Hatırladım!

O beton sadece işçilerin cenazelerinin üzerine dökülmemişti elbette, çocuklarının, bacılarının, analarının, kardeşlerinin, eşlerinin üzerine de dökülmüştü. Hem de ne… Sadece törenlerle anılan ve belleklerden silinen kazaların sadece ikisiydi bunlar. Zonguldak ve madenle ayakta duran şehirlerin kaderidir unutulmak. Sadece orada yaşayanlar birebir tanıktır, birebir hisseder acının en kömür karasını. Gerisi vızırtı. O beton başka şeylerin de üzerine dökülmüştü. Refleksini 12 Eylül ile birlikte kaybetmiş işçi sınıfının (işçi sınıfı var mıydı ki gibi tartışmalara girmenin gereksiz olduğunu düşünüyorum). Belki o zaman adam gibi tepki konulsaydı, dünyada uygulanan güvenlik önlemlerinin alınması sağlansaydı Soma’da bu kadar insan hayatını kaybetmeyecekti.

İstatistikler tutulacak, hayatını kaybeden kimsenin adını bilmeyeceğiz (evet, gerçek bu!). 301 ya da 401 fark etmeyecek uzaktakilere. Ama şunu hep bilmeliyiz ki ölenler öldükleriyle kalacak ve ateş düştüğü yeri yakacak. Demem o ki binlerce insanın hayatı bir biçimde artık eskisi gibi olmayacak.

Ve çocuklar…

“Soma, oooofff!” derken, yasımızı tutup sorumluların yargılanması için sokağa çıkmışken ya da Soma’da yakınımızın ölü ya da diri bedeninin bulunmasını isterken, azarlandık, dövüldük, yaralandık, gazlandık, sulandık.

Dahası akıllandık.

Biz çocuklarımızın kılına zarar gelmesin diye uğraşırken, onlara steril ortamlar sunmaya gayret ederken, görmekten nefret ettiğim polis şiddetine maruz kalan çocukları izlemek, polise isyan eden annelerin çocuklarına halkın olmadığı kesin olan ancak kimin olduğu da aşikâr olan polislerin, “ölsün, kör olsun” dileklerini yuttuk.

Avukatlarımız ters kelepçelerle, spor salonlarında yaralı halde bekletilirken, onların avukatları da gözaltına alınıyordu.

Değil üçüncü, beşinci dünya ülkesinden böyle bir haber gelse inanmayacağım şeyi bu ülkenin başbakanı dâhil olmak üzere baĞzı parlamenterleri yapıyor, vatandaşlarını yumrukluyorlardı. “Yuhalatmam size kendimi” diye de ekliyordu başbakan. Eh tabii, o bunu yapınca müsteşarı (hangisinin önce olduğunun bir önemi yok) halkının ‘haya’larının üzerinde zıplamaktan çekinmedi. Polis de ölümüne müdahale etmekten… Oysa onlar çoktan ‘haya’sız olmuşlardı.

İstifa etmeyen pişkin bakanlar ve diğer olan her şey çok tuhaf ve yineliyorum ki gerçeküstü bir film senaryosu gibi.

Bugün 2,5 yaşındaki oğlumuzla Kadıköy’deyken oğlumuz bize tomayı gösterip sordu: “bu ne?” Eşimle birbirimize bakıp “of” çektik. Diyemedik ki “onu almak için 301 işçiye yaşam odası yapmadılar”, diyemedik ki “onunla insanlık onurunu yerlere seriyorlar”, diyemedik ki “öyle korkuyorlar ki insanların üstüne bunlarla saldırıyorlar”, diyemedik ki, “Ethem, Berkin, Abdocan, Ali İsmail, Ahmet, Medeni…” diyemedik ki “adı batasıca ‘ileri Tomokrasi”. Diyemedik!

Şarkılara ihtiyaç var…

Son not: yazmadan edemeyeceğim. “Bu kadar acı varken bu da ne şimdi” demeyin lütfen. Herkes eğlencesine devam ededursun, bu ülkede gerçek anlamda müzik yapan bütün müzisyenler bir biçimde ya kendileri konserlerini iptal ettiler ya da işletmeler konserleri yapmaktan çekindiler. Bilmemiz gereken en önemli şey müziğin, sadece eğlence amaçlı bir olgu olmadığıdır. Müzikle eğlence olur elbette. Hem de en alası olur. Lakin müzik gelinen en soyut noktadır. Müzikle kendi dilinde dua da edersin, yas da tutarsın. Volümünüzü ve ritminizi düşürebilirsiniz ama lütfen artık konserleri iptal etmeyin. Yaşamak için müziğe ihtiyaç duyan ne kadar çok insan var tahmin bile edemezsiniz.

* Bu arada somaicinmuzik diye de bir şey yapılmış. İyi niyetli olduğunu düşünüyorum. İptal etmektense bu çok daha güzel bir yöntem.

Şarkılara ihtiyaç var. İşte bu da ispatı:

 

 

***

Which Side Are You On?

Pete Seeger

My dady was a miner,

And I’m a miner’s son,

And I’ll stick with the union

‘Til every battle’s won.

 

Which side are you on?

Which side are you on?

 

Don’t scab for the bosses,

Don’t listen to their lies.

Us poor folks haven’t got a chance

Unless we organize !

 

Which side are you on?

Which side are you on?