Hava soğuk. İkimizin arasında yatıyorsun. Hem acıkma sesine uyanmam kolay oluyor hem de mememi ağızına verdikten sonra uyumaya devam edebiliyorum. Bedenin büyüdü artık. Gecede üç dört kez uyanıyoruz beraber. Ama çoğu zaman doyduğunu ima eden dudak hareketlerini görmeden ve huzur içinde uyuyan seni bir kez daha koklamadan devam edemiyor uykum. Kollarımda uyuduğun anlar en mutlu olduğum zamanlar. Sanki sen değil de ben senin göğsüne sığınmış gibiyim. Hiç yalnız değilim…

Psikolog koltuğumuza uzanmışız, karşı kıyıda 2010 kültür başkentlerinden biri olan İstanbul için düzenlenen havai fişek gösterisini seyretmeye çalışıyoruz. Işıklar ne kadar çok dikkatini çekiyor biliyorum. Onun içindir ki sen gör istiyorum. Rengârenk ışıklar bir de senin için dansetsin istiyorum. Ama umurunda bile olmuyor. Tek derdin beni yemeye çalışmak. Nasıl oluyorsa kocaman olan o küçük ağzın yüzüme yaklaştıkça vahşi hayvanları andırıyor. Televizyonda Tarkan konseri. Ekranda Taksim meydanını yağmur çamur demeden doldurmuş yüzlerce erkek. Koca bir ormanda yaşadığımızı bazen unutuyorum. Sonraki günler havai fişek gösterisine kıçını dönen halini pek seviyorum. 2010’un bi’ yaraya merhem olmayacağını kimse söylemeden anlayıverdin diye düşünüyorum. Kelebek kulaklım, çoğu zaman seni küçümsediğim için hayıflanıyorum.

Büyüyorsun ya tek mesaim sen olmaya başladıkça, başladığım çoğu şey uzuuuuun zamanda bitiyor. Ne sana emek harcamaktan kısabiliyorum ne de hayatı eksik bırakmaktan ve sözümü söylememekten geçebiliyorum. Olan sadece şimdi bu yazıda olduğu gibi birkaç şey içiçe geçmiş oluyor. Yirmi güne yakın olmuş ilk satırları yazalı şimdi daha ortalarında bile değilim belki, ne zaman biter bilemiyorum. Ağlayıp beni yanına çağırmadığın sürece yazmaya devam edeceğim şüphesiz ama, baban karşımda ve onunla da uzun zamandan beri oturup konuşamadık. Neyse canım benim neyse, hayat çok basit gibi görünse de değil işte. Tercih yapıp seçmek lazım. 2011’de de dört başı mamur kalabilmek için 2010’dan, çok da düşünmeden vazgeçtik. İşte uzun sözün kısası bu. Yoksa paranın yüzü bize de sıcak.

Dün herkesler seni öyle bir mıncıkladı öyle çok öpüp okşadı ki Müjgan ortalıktan kayboldu yine. Ben senden beri ondan biraz vazgeçtiğim için pek umursamadım önce. Ama ortalıkta görünmeyeli iki saati geçince, endişelenmeye başladım hafiften. Sonuçta o bizim ilk göz ağrımız. Hayatımıza sen katılana kadar, Müjgan bizim her şeyimizdi. Üstelik siz ikiniz konun koyuna yatıyorsunuz ve onu gördüğün an gözlerinin içi gülüyor. Üstelik arada bir kuyruğunu ya da kulaklarını çekmene hiç laf etmiyor. Sadece gözlerimin içine mahzun öylece bakıyor. Kılıydı tüyüydü derken onu oldukça ihmal ettiğimin farkındayım ve bunu nasıl çözeceğimi henüz bilemiyorum. Senin olmadığın anlarda ya da sen uyurken onu kucaklamam yalan oluyor. Çoğu zaman “başıma gelenlerden” bunalmış ben, o sevgiyle ayaklarıma dolaştığında, bir tekmelemediğim kalıyor. Farkettiğim an –ki çoğu zaman kabalığımın hemen sonrasında- çok üzülsem de irade her zaman çözüm olmuyor. Ben de bir Müjgan açılımı yapmalıyım. Ama öyle yalandan üç beş sanatçı çağırıp olmaz bu işler. Samimiyet önemli, istemem lazım. Gerçekten istiyor muyum sormam lazım. Dört bin taş atan çocuk içerideyken Demet Akalın’la açılım konuştuğunuzda Şivan Perwer nerede, Gülten (Ahmet) Kaya nerede diye sorarlar işte insana. Önce kendime söylemeliyim, ben Müjgan’ı ihmal etmekle hata ettim diye. Sonra samimiyetle özür dilemeliyim Müjgan’dan. Camdan atlama girişimini anlamaya çalışmalıyım. Her ne yaptım da o camdan boşluğa bıraktıysa kendini, dikkat etmeli ve tekrar yapmamalıyım. İkinciye şansım olmayabilir çünkü.

Yeniden sevmeyi öğrenmeliyim. Hiç değilse sen seviyorsun diye sevmeliyim.

Başın terden sırılsıklam, bir sağa bir sola döndürdüğüne göre yakında uyanacaksın. Kolumu başının altından geçirip kendime doğru çekeceğim seni. Yazısını bitirmiş huzurlu bir insan olarak dayayacağım mememi ağzına. Kahramanım benim…