Kürtaj tartışmalarıyla birlikte gündeme gelen insan bedeni memlekette genel olarak ne durumda ki?

İstanbul Karaköy’de bir restoranda birisi ortada bir şey yokken kalkıp elindeki bira bardağını yüzümde parçalamıştı. Sonra şikayetçi oldum. Bütün avukat arkadaşlarım aynı şeyi söylediler: “İfade verir, gözaltına alınmaz, tutuksuz yargılanır, kıytırık bir ceza alır ve serbest bırakılır”.

Ayılık serbest yani. Ama Ahmet Şık yayınlanmamış bir kitap yüzünden dünya kadar hapis yattı.

İki kişi gidip yaşlı bir kadını hastanelik edin. İnkar da etmeyin. Ne olur biliyor musunuz? Hiçbir şey.

Yahut tecavüzcülerin durumu. N.Ç.’yi hatırlayın. Ben şu cümleyi yazarken utanıyorum, koca koca hakimler zerre kadar utanmıyorlar: “Yargıtay Başsavcılığı, 13 yaşında, 26 kişinin tecavüzüne uğrayan N.Ç.’nin bu işi ‘rızasıyla yaptığı’ yolundaki karara itiraz etmedi.”

Oysa biliyorsunuz devlet, kendisine karşı işlenen suçlar konusunda çok hassas. Poşu davasını, Nedim Şener / Ahmet Şık vak’asını, Büşra Ersanlı’yı Ragıp Zarakolu’yu yahut taş atan çocukları düşünün.

Hatırlarsanız “Rahşan affı”nda salıverilenler neredeyse sadece “insan bedeni”ne karşı suç işleyenlerdi: Katiller, saldırganlar, tecavüzcüler…

Peki bu neden böyle? Avukat Haluk İnanıcı’ya sorduk. Devletin kendisini koruması anlaşılabilir ama insan hayatına karşı işlenen suçların cezasız kalması nedendir? Dünyada da böyle midir?

İnsanı mı dediniz?

“Suç ve cezayı” toplumsal mücadele alanında güçlü olanlar belirliyor, tanımlıyor. Bugünlerde binlerce yıllık bu temel kanunu yeniden keyfediyoruz. Herkesin kaderi “Hükümdarın iki dudağı arasında.” Toplum ve hukuk iktidarı alkışlamak zorunda.

Suç ve cezayı belirlemek için en büyük araç, “hukuki değer” kavramıdır. Hukuki değeri nasıl tanımlıyorsanız, hukuki yapı ona göre çalışır. Örneğin “mala karşı suçları”, “insana karşı suçlardan” daha değerli sayarsanız, bir başka deyişle, “mal”ı, “insan”a karşı daha değerli sayarsanız, bir malı gasp edenin cezası, bir insanı sakat bırakandan daha az olur…

Örneğin terör tanımını “iktidarınızı sürdürmek amacıyla tüm muhalefeti sindirme” aracı olarak kullanırsanız, o zaman her şeyi “terör” içine sokabilirsiniz. Terörün gerekçesi için bulacağınız “hukuki değer” ironik biçimde insan güvenliğinin korunmasıdır. Ama dikkat edin, insan değil, onun güvenliği… Buna bir de hükümeti eleştirme fiilini, hükümeti devirme olarak tercüme ederseniz, eleştiren herkes= terörist denklemini kurmuş, yani iktidarı muhkem bir kale ile takviye etmiş olursunuz. Korunan hukuki değer “hükümet.” Halbuki hükümet eleştirilecek bir organ değil midir? Onu hukuki değer olarak korursanız, eleştirenlere daha başında “suçlu” muamelesi yapmış olmaz mısınız?

İşte size, muhkem iktidar kalesinin muhafızı: Özel yetkili mahkeme-savcı-polis mekanizması. Demokratik bir devlette yeri olmayan bu mekanizma, herkesi tutuklama, herkese terörist deme hakkına sahip. Tutuklama, peşin cezaya dönüşmüş durumda.

İnsana karşı işlenen suçlar mı demiştiniz? İnsan hayatı bu toplumda ne zaman önemli oldu ki! Kanıksamaya başladık, her hafta 5-10 insan çatışmalarda ölmeye başladı. Trafikte zaten bir o kadar ölüyor, yaralanıyor. Herkes birbiriyle dövüşüyor. Bu toplumda konuşma, anlaşma, sevişme kültürü yok. Kavga, maraza çıkarma, tecavüz kültürü var. Haliyle bu toplumda “hukuki değer” insan dışında bir yerlerde oluşuyor.  Mal korunuyor, devlet korunuyor, insan değil ama insanın güvenliğini(!) koruma daha doğrusu bu gerekçeyle, otoriter zihniyet korunuyor. Maazallah, muhafızlar koruma görevini yerine getirmese, bu toplum bir gün yaşayamaz!!!

Özel olarak da, “tutuklanmamayı”, ceza almamak, serbest kalmak olarak algılama, son dönemin en büyük hatası. Tutuklama istisnai bir kuraldır. Suç ithamı altındaki hiç kimse (istisnalar dışında) tutuklanmamalıdır. Aksi halde masumiyet karinesi ayaklar altına alınmış olunur. Hele hele hüküm verecek hâkim kesinlikle tutuklama yetkisine sahip olmamalı. Bu yetki davayı gören mahkemeden başka bir mahkeme olmalı. Aksi halde tutuklama kararı veren hâkim o kişiye (suçsuz olduğu anlaşılsa bile) ileride nasıl beraat kararı verecek? Tükürdüğünü nasıl yalayacak? O nedenle bu konuya bakarken, birini döven, yaralayan kimseye tutuklama kararı verilmezse hemen bu ne biçim adalet dememeyi öğrenmemiz gerekiyor. Ama bunu dengelemek için, yargılamanın kısa sürede bitmesi ve suç sabitse, cezanın hemen verilmesi ve infazı gerekiyor. Temel eksikliklerden birisi de burada. İnsana karşı suçlarda hem tutuklamamamız gerekiyor hem de yargılamayı hızla bitirmemiz gerekiyor. Terör iddiasıyla herkesi tutuklayan yargı, insana karşı suçlarda çoğu zaman tutuklamaya sıcak bakmıyor. Ama yargılamayı da hızla bitiremiyor.

Çocuklar korunmuyor, engelliler korunmuyor, yaşlılar korunmuyor, bakıma muhtaçlar, fakirler, yoksullar korunmuyor. Çıkan yasalara bakalım. İşverenlere teşvik, çalışanlara esnek sömürü, arazi talanını kolaylaştırma, çevreyi, doğayı, tarihi alanları inşaata boğma, yasaları baypas ederek rant/vahşi sermaye birikiminin önünü açmak, sahilleri, yeşil alanları halka kapamak, sitleri su altında bırakmak, HES’lerle ülkenin doğal dengelerini alt üst etmek, gelişmiş ülkeler nükleer enerjiyi bırakırken, bize nükleer santral kurmak vs. İnsan bu tabloda nerede??? O zamandan hukuktan, iktidarın karşısında biçare yargıç ve savcılardan ne bekleyebiliriz ki? Buna bir de el pençe-iktidar yaltakçılığı eklendiğinde hukuka düşen tek bir görev var; “susmak, iktidarın önüne engel çıkarmamak.”

Arka tarafta insansızlaştırılan hukukun yol açtığı, kendi hakkını kendin alma kültürünün bu adaletsizliği ilkel dengeleme çabası. Her yerde kavga… Herkes kendi hakkını alıyor. Vurun muhatabınıza! Dövün onu! Adaleti kendiniz tesis edin…

İnsana karşı suçlar neden mi cezasız kalıyor? Demek istediğim, topyekûn bir kültür sorunu, özgürlük sorunu, özgürlük için mücadele etme sorunu…

Özgürlük, hukuk, hak, suç, tutuklama, ceza gibi kavramlar henüz ülkemizde sindirilmiş kavramlar değil. Sindirebilmemiz, konuya bu kavramların yüzlerce yıllık insanlık serüveni içinde aldığı anlamı/değeri keşfetmekle mümkün.

Özgürlük hâlâ, “tekil” bir kavram olarak algılanıyor. Benim, onun, başkasının özgürlüğü gibi… Halbuki özgürlük kolektif bir kavram. Bir toplumsal ilişki içinde ne kadar özgürsen o kadar özgür olabiliyorsun. Toplumsal ilişki ise insana “öncel.” Yani insanın doğduğu anda içinde yer aldığı maddi yapı içinde şekilleniyor. O zaman, “özgürlük” konusunu konuşurken, “hangi toplumsal ilişki içindeki özgürlükten bahsediyorsunuz?” diye sormak gerekiyor. Özgürlük, başkalarıyla kurduğun paylaşım ne kadar zenginse o kadar artıyor. Güzel bir paradoks içeriyor özgürlük. Paylaştıkça (tekil özgürlüğünden vazgeçtikçe) başkalarının özgürlük alanları da sana dahil oluyor, aslında özgürlük alanın genişliyor. Özgürlük için paylaşım dışında, bilgi de gerekiyor. İnsan seçebildiği zaman özgür olduğunu hisseder. Seçebilmek için, seçeneklerin bilgisine sahip olmak gerekir. Bu nedenle, bilgi, bilgiye erişim hakkı önem kazanıyor.

Bilgiye erişim alanında çalışanlar (yazarlar, gazeteciler velhasıl tüm entelektüel zümre) bu anlamda, özgürlük alanın bekçileri. Bu nedenle iktidarın hedefi oluyorlar. Özgürlük iktidarın en büyük düşmanı. Özgür insan sorgular, kendi kaderini belirler, özetle iktidarı sınırlar. İktidar da bundan nefret eder. Bu nedenle gazeteciler içerde, bu nedenle muhaliflere saldırılıyor. Büşra Ersanlı (Hatırlıyor musunuz, yoksa unuttunuz mu?) bu nedenle tutuklu. Ahmet Şık, Nedim Şener bu nedenle tutuklandılar. Bu nedenle hâlâ ders notları, seminer notları, bilgisayardaki özel notlar, el notları suç delili olarak görülmek isteniyor. 40 yıl önce Mümtaz Soysal’ın Anayasa Hukuku ders kitabında komünizm propagandası aranıyordu, bu dönemde de Türkan Saylan’ın ders notlarında, Ahmet Şık’ın kitabında “suç örgütü delilleri” aranıyor.