Gülçin Kocabuğa, Bianet için kaleme aldığı yazıda, barındırdığı sonsuz ihtimallerle çocukların hayal dünyasını süsleyen gökyüzünün çocuk edebiyatındaki yansımalarını anlatıyor… Ama o yansımalara geçebilmek için önce bazı ihtimalleri elemek durumunda…
Gökyüzü ve muhtevası, asırlar boyunca insanoğlunun merakına maruz kalmış, bilinmezliği ile korkutmuş, çoğu zaman tanrılaşmış, zaman zaman da kana susamış. Bugün insanlığın gökyüzü ile ilişkisinde gelinen nokta kayan yıldızların ardından dilek tutmak veya gezegenlerin hareketlerine göre gelecekten haber alabilmek umudunun çok daha ötesinde. Zaten insanoğlunun, asırlar önce “Tanrılar bize kızgın!” diyerek gökyüzüne kardeşlerini kurban edip, bugün Plüton’u gezegenler listesinden çıkarabilecek “küstahlığa” ulaşmasından da anlaşılacağı gibi, gökyüzü insanoğlu için tarihler boyunca koruduğu gizemini artık kaybetti ve sınırları çoktan çizilmiş olan, “saha”lara ayrılan ve “illa ki” üzerinde hâkimiyet kurulması gereken bir alan haline geldi. Bildiğiniz gibi göklerdeki hâkimiyetimize dair en son adım da 18 Aralık’ta atıldı.
Türkiye’nin yüksek çözünürlüklü ilk “milli” keşif uydusu Göktürk 2, Çin’deki Jiuquan Fırlatma Üssü’nden uzaya fırlatıldığı gün, (eşzamanlı olarak ODTÜ’lü öğrencilerin üzerine de binlerce gaz bombası fırlatılıyordu…) Başbakan Erdoğan’ın yaptığı açıklamalardan “alıntıladığımız gibi”, gökyüzüne salıverdiğimiz bu uydu; daha geniş ve ayrıntılı olarak keşif yapacak. Ormanlarımızı, sahillerimizi, deniz kirliliklerini, kentsel gelişimi, kaçak yapılaşmayı daha kolay takip etmemize olanak sağlayacak. Tabii ki tüm bu olanakların içinde en önemlisi ise şu şekilde ifade edildi: ” TSK’nın keşif ve gözetleme ihtiyacını bu uydumuzla çok daha net bir şekilde karşılamış olacağız.”
TSK’nın neleri keşfetme ve gözetlemeye ihtiyacı olduğunu, tam da bizden beklenildiği gibi eski bir okul şarkısından hafızalarda kalan o bilindik melodi üzerine “bilmesek de, sormasak da, o ihtiyaç bizim ihtiyacımızdır” dizelerini okuyarak geçmeli miyiz, bilemiyoruz. Hem de o “keşif ve gözetleme ihtiyacı”nın yol açtığı katliamın üzerinden bugün tam da bir yıl geçmişken ve failler açığa ve adalet önüne çıkarılmamışken…
İşte biz “büyükler”, göklerin hâkimi edasıyla gökyüzüne uydular, keşif uçakları filan yolluyoruz. “İnsansız uçakları kim uçuruyor o zaman? Hadi ateistler bunu da açıklayın!” diyen tweeter kullanıcısına da maalesef cevap veremiyoruz ve gökyüzünü, bırakın ateistleri, herhangi bir din mensubunun bile neden ve nasıl uçtuğunu açıklayamayacağı (açıklamak istemeyeceği) insansız hava araçları ile dolduruyoruz. Biz büyükler, gökyüzünü teğet geçe geçe yeryüzünü kana bulayan füzelerin “yerli”si için “geri sayım heyecanı” duyup, onların “yabancı” adaşlarını savuran patriotları da “Türk misafirperverliği” ile karşılıyoruz ve tüm bunlar olurken şunu da gözden kaçırıyoruz; gökyüzü, tarihten gelen bir irsiyetle çocuklar için hala gizemini ve güzelliğini koruyor…
Bu yüzden ve her şeye rağmen, biz yine de o meraklı çocuklara gökyüzünden dökülenlerin yazdığı “kanlı tarihten” değil de, o yüzyıllardır gökyüzüne duyulan “çocuksu” merakı ve oraya ulaşmanın/ulaşabilmenin heyecanını körükleyen çocuk kitaplarından; gökyüzüne yazılmış olanlardan bahsedelim istiyoruz. İnatla ve umutla…
Bunlardan aklımıza ilk gelen tabii ki Exupery’nin Küçük Prens’i (Mavibulut Yayınları) oluyor. Küçük Prens, o gizemli gökyüzünün derinliklerinden çocuklara (ve hatta tüm yaştaki okurlarına) ancak sayfalarda gezindikçe basamakları tırmanılabilen bir merdiven uzatır. Sayfaları çevirdikçe merdivenden tırmanan çocuklar, Asteroid B-612’de yaşayan yeni bir dost edinirler ve onun sayesinde gezegenler arasında bir yolculuğa çıkarlar. Mesela çocukluk yıllarını, gökyüzüne bakıp; “Koyun gülü yedi mi, yemedi mi?” diye düşünerek geçirenler de bilirler ki, bu sorunun cevabını vermeye ve de gökyüzünün gizemini çözmeye ne bir kitap, ne de bir ömür yeter. İşte Küçük Prens’i okuyan çocuklar, yıllar sonra bile gökyüzüne baktıklarında kendilerine o meçhul soruyu sorup dururlar, hem de yaklaşık 70 yıldır dünyanın farklı ülkelerinde ve farklı dillerde sorulduğu gibi…
Yıllar önce Milliyet Yayınları’ndan çıkan ve muhtemelen şu anda baskısı bulunmayan “Küçük Yıldız” ise gökyüzünden süzülen bir diğer kitabımız.
“Küçük Yıldız”da Arcadio Lobato, yeryüzünden kulağına kadar gelen bir masalı gerçek sanıp, masaldaki prensesle tanışmak için bir gece kayarak yeryüzüne inen küçük bir yıldızın hikâyesini anlatır. Büyük Kırmızı Yıldız’ın, her şeyin kendi yerinde bir varlığı ve zamanı olduğunu açıklayıp, Küçük Yıldız’a kozmik yasalardan bahsetmesi bile onu geri dönmeye ikna edemez. Çünkü Küçük Yıldız’ın aklında, insanlık tarihinin o “lanetli” sorusu vardır; “Neden, neden geri dönmeliyim?”… Çocuklar için gökyüzünün gizem perdesini, İtalyan yazar ve illüstratör Eva Montari’nin “İkimiz de seni çok seviyoruz” (Redhouse Kidz yayınları) kitabı biraz daha aralıyor.
Montari, “İkimiz de seni çok seviyoruz”da bir güzellik salonunda çalışan ay ile boynu olmaması ve ara sıra tutuşmasına rağmen kravatla dolaşan güneşin ve onların çocuğu küçük bir yıldızın hikâyesini anlatır. Montari’nin çizimlerinde, “ayın evreleri” bile gökyüzündeki bir berber salonunda buluşur, tabii kitabı bitiren çocuklar, ay ile güneşin aşkının nasıl ve nerede başladığını yine de tam bilemezler. Tıpkı bu aşkın meyvesi küçük yıldız gibi…
Ezra Jack Keats Ödülü’nün sahibi Ana Juan’ın “Night Eater”(Scholastic) kitabı, usta illüstratörün elinden çıkan çizimleriyle insanı büyüleyen ve henüz Türkçeye çevrilmemiş bir “gece- gündüz” hikâyesidir. Night Eater, bir “gece yiyendir”, gökyüzündeki karanlığı yiyerek beslenir ve dünyanın aydınlığa kavuşmasını sağlar. Bulutlu geceleri pamuk şekeri, zifiri karanlık geceleri de bitter çikolata gibi mideye indiren bu ufaklık, bir gün çok kilo aldığını fark eder. “Night Eater”ın diyeti, çocuklar için karanlık günlerin başlangıcı olur. Onu gökyüzündeki yerine döndürmeyi başarmaksa daha zordur.
İngiliz yazar David Almond’un “Aya Tırmanan Çocuk”(Günışığı Kitaplığı) kitabında ise Ayın gökyüzünde bir delik olduğunu düşünen Paul’ün, bir apartmanın bodrum katından çıkıp, Ay’a ulaşma hikâyesi anlatılır. Zamanın başlangıcından beri tüm “uçan şeylerin”, hatta bombardıman uçaklarının, füzelerin ve roketlerin bile içinde kaybolduğu bir Ay’dır bu. Küçük kahramanımızın Ay’a yaklaştığı her adımda, savaşın anlamsızlığı üzerine düşünürken, kitap bittiğinde bir sosis sevdalısı olmamız da an meselesidir. Çünkü kitap boyunca Paul’ün de sıkça dile getirdiği gibi biliriz ki: “Sosis yemek savaşa gitmekten iyidir!”
Tüm bu “gökyüzü kitapları”ndan da görüleceği gibi, gökyüzüne dair her şey, çocuk edebiyatının en çok beslendiği alanlardan biri ve gökyüzünün çocuk edebiyatına yansımaları tabii ki bu kitaplarla sınırlı değil. Bir çocuğun gökyüzüne duyduğu merakın ve ona dair kurduğu hayallerin ucu bucağı yok ve mümkünse, bırakalım da olmasın.
Bırakalım da çocuklar, gökyüzünden hikâyeler anlatan bu kitapları okuyarak oralarda sadece ölüm yağdıran “uçan şeylerin” değil, küçük prenslerin, meraklı yıldızların, aya dokunmak isteyen çocukların da var olabileceğini hayal edebilsinler… Bırakalım da gök cisimleri, yüzlerini gökyüzüne çeviren o çocukların gözlerinde korku değil, umut görebilsinler… En azından gökyüzü, “keşif ve gözlem yapan” uydulardan, “milli seyir” füzelerinden, insansız hava araçlarından, savaş uçaklarından temizlenene kadar…