howtobeadad.com blogunun kurucularından Charlie, ABD’nin Connecticut eyaletinde 20’si çocuk, 26 kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan okul katliamından sonra neler hissettiğini yazmış…

Erişkinliğin ne demek olduğu konusunda kafam eskisi kadar net değil artık.

Geçen ay yaşadıklarımızın üstesinden gelmekte ne kadar zorlandığımızı düşünürsek, bu tür olaylar karşısında hiçbirimiz yeterince büyük sayılmayız. Hayat hakkındaki en temel bilgilerimiz bile böyle bir manzara karşısında karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hal alıyor.

Connecticut’ta olanlar hakkında kafamı toplayıp bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Fakat bu mümkün değil. Ne zaman bu konunun üstünden geçmeye çalışsam duygularım aklıma galebe çalıyor. Orada ne olduğu, nasıl olduğu konusunda bir sürü teori var. İnsanlar olanca acıları ve öfkeleri arasında bir şeyleri canlı tutmaya çalışıyorlar. Medya ise sürekli enerjimizi soğuruyor. Hayır bugün hakkında konuşmak istediğim şey bunlar değil.

Bütün bunlar yerine o korkunç Cuma gününün hayatlarımız, benim hayatım üzerinde nasıl bir etkisi olduğu üzerinde durmak istiyorum. Nasıl bir kapı açtı ya da nasıl bir kapıyı kapattı. Bir kere o günden bu yana çocuklarıma daha sıkı sarılmak istiyorum. Bir gün önce yaşadığımız bir krizin, hayatımızı ve duygularımızı nasıl da milyonlarca parçaya ayırdığını söyleyeyim mesela…

O hafta, perşembeyi cumaya bağlayan gece bizim için de çok özeldi. Sıcak yatağıma, her zamankinden biraz daha erken girmiştim. Gözlerimi kapamadan önce iki saat kadar oyalandım. Eşim Avara benden önce uykuya daldı. Ama bir şekilde benim gözlerim uykuya direniyordu. Uyumuyordum. Ama uyanık da sayılmazdım. Zihnim bedenimi ele geçirmişti. Göğsümün içinden bir timpani davulunun sesini duymaya başladım. Ve işte o düşünce kapımı çaldı:

“Ya bu gece ölürsem?”

“Ne olur ben ölürsem…”

Baba olduğum günden bu yana ilk kez bu fikir bu denli işgal etti benliğimi.

Hayaletlerin ve canavarların doğru battaniyeyi seçmediğim için beni cezalandırmaya geldikleri bir fantazi dünyasını tercih ederim, çünkü doğru kelimeyi bulup onları uzaklaştırabilirim hemen kendimden. O gece tekrar çocuk olmayı o kadar çok istedim ki…

Sonsuza kadar yaşamayacağımı anladığım o ilk günü hatırlıyorum. Böylesi bir düşünce için fazlasıyla gençtim aslında. Yalnızca altı yaşımdaydım, ama bir an için kendimi alamayıp nasıl öleceğimi hayal etmeye çalıştım.

Ergenliğimi bir yarış arabası gibi hızla geçtim. Ölümün konumuzla alakası yoktu o zamanlar. Hormonlar, gençlik, hareket… Kilometre sayacı henüz uçuk rakamlarda değildi. Derken ölüm düşüncesi de benimle birlikte büyümeye devam etti. Hayaletler giderek uzaklaşıyorlardı.

Ve nihayet bir çocuğum oldu… Bir çocuk, bütün işinizin geleceğini kurmak olduğu bir gelecek, bir an bile yanından ayrılmak istemediğiniz bir evlat…

Oğlumla oynarken bir kişiliğin nasıl şekillendiğini öğreniyorum. Aramızdaki her etkileşim dehşetengiz güzellikte bir eşgüdüm barındırıyor. Ama daha da derinlerde onun hayal gücünü keşfediyorum, onun evrenini. Onu tanırken insan denilen mahluğun ne demek olduğunu anlıyorum. Benim canım öykü anlatıcımın ürettiği söylemin ardındakileri keşfediyorum. Konuşurken, düşünürken, eylerken, karar verirken, çalışırken, oynarken, severken, birine karşı çıkarken, başarısızlığa uğrarken kim için mücadele ettiğimi hatırlıyorum. Ve derken kendime onun hayal gücüne aşık olma izni veriyorum yeniden, çünkü böylece benim perspektifim de derinleşiyor. Böylece erişkinliğin kurduğu tuzaklardan kurtuluyorum.

Kendimi daha önce hiç bu kadar kırılgan ve ölümlü hissetmemiştim. Bir oğlum olduğundan bu yana ölümlülüğüm her zamankinden daha çok aklımda. Ama bir yandan da o benim ıspanağım, kriptonitim. O benim hem kalkanım hem de açık yaram.

O benim hayatım. Ölümlü olduğumu bilmekse, benim en büyük yaram…