Tanıtım yazılarının yayınlanmasından sonra eş-dost memnuniyetlerini belirten yazılar yazdılar, telefonlar ettiler. Bana çok ilginç geldi kendi hikâyemizi sanki başka birisiymiş gibi okumak. Bakalım dedim içimden neler anlatacağım daha?

Aslında benim bile unuttuğum ilk ateşlenmelerin nerede, nasıl olduğunu anlatarak devam etmek istiyorum.  1990‘lı yıllardı… Hani herkesin hayatında önemli izleri olan, hayatının akışın yönlendirirken ilham aldığı insanlar vardır ya… İşte onlardan biri, o gün telefon etti , ‘’hazırlan seni almaya geliyorum’’. ‘’Yahu dur işim var’’, dedim dinlemedi bile. Eski gazete, örtü, giysi gözden çıkardığın ne varsa hazırla diye ekleyip kapattı yüzüme telefonu.

Arabaya bindiğimizde “hazır ol göreceklerine” demekle yetindi. Ser verip, sır vermedi. Kemerburgaz o zaman şimdiki gibi değil, insanlar manda sütü, sebze meyva almaya gidiyor oraya. Tek tük yeni yerleşimler başlamış. Çamurlu bir yoldan köpek havlamalarının arkasından geldiği tel kapıya yöneldik. İşçiler, kafesler, koro halinde havlamalar… Dehşet içinde bakıyorum. Barınak bu olsa gerek. Koca bir arazi, telle ayrılmış bölmeler, her bölmede kulübe, tahta paletler, yüzlerce köpek… Şok geçiriyorum. Bunlar da ne? Kim toplamış bu hayvanları buraya? Ne oluyor? Allak bullak oluyorum. İlk defa barınak görüyorum hayatımda. Arkadaşım mutlu. Gözlerinin içi parlıyor. Getirdiği mamaları indiriyor arabadan. Birşeyler anlatıyor, cıvıldıyor sanki. “Deli mi bu?” diyorum içimden, “niye gülüyor ki?” Bir sürü köpek; sakat, hasta, felçli, sağlam, yavru, yaşlı, cins… Hepsi kafeslerin içinde, ne var bunda şimdi neşeyle şakımayı gerektirecek?

İçeriye sürüklüyor beni. Ev şeklinde bir konteyner. İçinde ofis, ameliyathane, muayenehane, mutfak, banyo var. Her yer harika gözüküyor, veterinerler, asistanlar, yöneticiler sanki önemli bir hastanenin çalışanları. İçerde de karaciğer nakli var sanki. Alet edavat ve çalışanlar o izlenimi veriyor. Yönetici ile tanıştırıyor beni, ciddi bir kadın.Yaşlı bir terrier ile ofisini paylaşıyor. Sevmek istiyorum ama dokunamıyorum köpeğe. O kadar yaşlı, o kadar zayıf, o kadar insanın içini acıtan bir hali var ki. Anlatıyor ama duyamıyorum ne söylediğini, garip bir şekilde sessiz sessiz içimden ağlıyorum gördüklerim karşısında. Üzüntü mü, heyecan mı, minnet mi? Nedeni belli değil.

İşçilerden birisini katıyorlar yanıma, beni gezdirsin diye. Şeker mi şeker bir göçmen? O anlatıyor ben dehşetle köpeklere bakarak peşinden gidiyorum. Hepsinin isimleri var. “Adama aşık olmalı bunların hepsi” diyorum içimden. Onu görünce sevinçten çılgına dönüyorlar. Meğer huylarına, cinslerine göre tasnif edilmişler. Yarıdan fazlası evlerden sokağa atılmış hayvanlarmış. Yavrular başka bir bölümde tutulur, aşıları bittikten sonra ortak alana alınırlarmış. Anlattıkça anlatıyor, ben arkasında ağlaya ağlaya gidiyorum. Sanki boğuluyorum, sanki ben varım o kafeslerde.

Gezi bitip ofise döndüğümüzde karşımda neşeyle cıvıldayan kadınlara artık sinirlerime hakim olamayarak neden gülüp eğlendiklerini soruyorum. “Ben olsam kahrımdan perişan olurum” diyorum.  “Bu görüp görebileceğin en güzel barınak” diyor arkadasım. “Çarpacağım şimdi elimin tersiyle” der gibi: “Hayvanlar toprağa basıyor, hepsinin özel bahçeleri var, mükemmel bakım, mükemmel sahiplendirme sistemi. Asıl sen niye ağlıyorsun zırıl zırıl? Buradaki herkesin boynuna sarılıp minnet etmen gerek. Buraya gelme şansı bulan hayvanlar kurtuldu demektir.” Anlamaya başlıyorum yavaş yavaş. Ama ne yapayım ilk barınak tecrübem. Şok geçiriyorum, asıl onlar anlamıyor. Uzun uzun anlatıyorlar bana, resimler kayıtlar gösteriyorlar, dinledikçe yüreğim sıkışıyor, her yerimi ateşler basıyor. Benim niye haberim yok bu anlattıklarından? Ben de burada yaşıyorum, ben de hayvanlara bayılıyorum, elimden geldiğince yardım etmeye, sahip bulmaya çalışıyorum?

Dinledikçe tüylerim ürperiyor, ağlamam kesiliyor ve içime bir taş oturuyor. Köpeklere tecavüz mü? Nasıl yani? Dayak mı? İnsanlar kendi köpeklerine dayak atıp sakat bırakıp bir de sokağa mı atıyorlar? Çocuk dediğin yavru köpekleri sever, gözünü çıkartmak ne demek? Evden taşınıp köpeklerini hem bağlı hem aç susuz bahçelerinde öylece ölüme nasıl terkederler? Striktin diye zehir mi varmış? Çöp konteynerlerinde ağzı bağlı naylon poşetlerde yavru kediler nasıl olur, kim koyar, kim yapabilir bunu? Yok dayanamayacağım ben hava alayım. Çıkıp bu sefer böğürerek ağlamaya başlıyorum. Yanımdan işçiler gelip geçiyor, omuzumu sıvazlıyorlar, içimden hem köpeklere hem onlara sarılıp tüm bunlar için özür dilemek geçiyor. İyice deli diyecekler.

Derin nefesler alıp içeriye giriyorum ve barınağın nasıl kurulduğunu nasıl işlediğini neler yaptıklarını daha sakin ve ağlamadan dikkatle dinliyorum. Amaçları aslında kısırlaştırmanın önemini, değerini hem anlatmak hem uygulamak ve bir politika haline gelmesine çalışmak. İtiraf ediyorum bu kısırlaştırma işinin önemini de orada kavrıyorum ilk defa. Dernek ücretsiz kısırlaştırma yapıp, kısırlaşan köpeklere numaralı kulak küpesi takıyor. Sokakta kalmış yaralı, hasta, sakat hayvanları toplayıp bakımlarını yapıyor ve sahiplendirmeye çalışıyor.

Üst üste birkaç kahve içiyorum kendime gelebilmek için, “gidiyoruz” diyor arkadaşım, “kendi gözlerinle gördün ve kulaklarınla duydun, ben anlatsam bu kadar sahici olmayacaktı senin için. Artık gerisi sana kalmış, neresinden tutacağına sen karar ver” diye devam ediyor. Arabaya doğru yürüyoruz müthiş bir koro eşliğinde. Elimde bir avuç mendil var. O kadar temiz ve düzenli ki her yer, avucumda buruşturup tutmuşum. Çöp konteynerini görüp atmak için gidiyorum. O da ne?! İki çöp konteyneri yanyana, bir tanesinde “kâğıt” diğerinde “tıbbî atık” yazıyor. O zamanlar memlekette böyle şey görmemişim, şaşırıp açıyorum üzerinde “kâğıt” yazan konteyneri, sanki çöp kutusu değil hediye kutusu, mis gibi, altına kartonlar serili.

Dönerken ağzımı bıçak açmıyor, düşünüyorum. Üç kuruş parayla en kral özel hastane hizmeti, hem de uyuz yaralı berbat haldeki hayvanlara, üzerine kaka ve çiş temizlerken türkü söyleyip, o dışkıların sahiplerinin başını sevgiyle okşayan insanlar. Eski bir kazağın ihtiyarladığı için terkedilmiş titreyen bir terriere kesilip biçilip dikilip giydirilmesi, lokanta artığı yemeklerin,  aman içinde cam kırığı filan olur, diye ellerle temizlenmesi. Bir gazete parçasının bile lazım olur diye özenle katlanıp kaldırılması, en lüks apartmanların çöp konteynerlerinin yanında leş gibi kalacağı çöp kutuları.

Ve tüm bunlar yapılırken bir “ah” bir “of” sesinin çıkmaması, neşeli melodilerin ıslıklarla tutturulması..

Tüm bunları kaç lira yaptırabilir insana?

Düşünüyorum, bulamıyorum?