Yıllar önce devlet tiyatrolarında sahnelenen bir oyun seyretmiştim. Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı. Mükemmel bir oyundu. 1941 yılında Bertolt Brecht tarafından yazılan eserde, I. Dünya Savaşı’nın ardından, büyük şirketlerin çıkar savaşında oyuna gelerek suçlu durumuna düşen ve yargılanan bir belediye başkanının, kendini aklamak için çete lideri Arturo Ui ile işbirliği yapması ve bunun sonucunda Arturo Ui’nin hızla gelişen büyümesi, bir sömürü çarkı oluşturması ve karanlık işlerin karanlık ilişkilerle bir ülkenin kaderini nasıl değiştirebildiği anlatılıyordu. Bugüne kadar izlediğim en iyi oyunlardan biriydi. Brecht bu oyunu yazarken Hitler’in iktidar öyküsünden esinlenmişti. Aradan geçen yetmiş bir yılın ardından bu oyunu Anna Jarvis’in masumane bir niyetle ortaya attığı ama daha ilk günden kirlenen anneler gününe uyarlıyorum. 

Kimdir bu Anna Jarvis?
Yıllarca annesini kaybettiği için derin üzüntülerle boğuşan bir kız çocuğu olarak tanıdık onu. Öyle tanımamızı istediler çünkü. Ona üzülmemizi, bir gün bizlerin de annemizi kaybedebileceğimizi hatırlatarak kıymetini bilmemizi istediler. Elbette samimi değillerdi. Aslında bir önemi yoktu, ama mevzu bahis “kıymet” ne kadar pahalı bir hediye seçeceğimizden geçiyordu. Yine de en güzel hediye kocaman öpücüktür demekten de geri kalmadılar.  Sadece birkaç haftada yıllık satışlarının toplamını ikilere, üçlere belki daha da fazlasına katlayan cirolar ağızlarını sulandırıyor olmalıydı.

Oysa Anna Jarvis böyle olsun istememişti!

Anna Jarvis 1864 yılında doğdu. 1902 yılında, yani 38 yaşındayken babasını kaybedince annesiyle birlikte Philadelphia’da yaşamaya başladı. Öğretmendi. Üç sene sonra 9 Mayıs 1905’te annesini de kaybetti. 41 yaşındaydı! Bildiğimiz, duyduğumuz o acıklı hikâyenin kahramanı küçük kız değildi. Koca bir kadındı! Ama insan kaç yaşında olursa olsun anne ya da babasını kaybetmek şüphesiz derin bir kederi de beraberinde getiriyor olmalı.  Anna, hayatının büyük bir bölümünü annesiyle geçirmişti. Buna rağmen hayattayken annesiyle olan problemlerini aşamamıştı. Annesini çocuklarıyla ilgilenmemekle suçluyordu.  Kafasındaki bu kurtları yenemeden, iç hesaplamalarını tamamlayamadan annesini kaybetmişti…  Bu durum acısını daha da arttırıyordu.  Artık vakti gelmişti. Geç de olsa annesini affetmeli, içindeki yükü bir kenara bırakmalıydı. Annesinin ölümünden iki sene sonra en yakın arkadaşlarını evine çağırdı ve ülke genelinde kutlanacak bir anneler günü fikrini ilk onlara açtı.  Böylece kendi hikâyesini duyan diğer insanlar anneleri hayattayken onların değerini anlayabilir ve hesaplar kapanabilirdi. Ve vakit varken herkes annesine onu ne kadar çok sevdiğini söylemeliydi.

Anna’nın gözleri parlayarak ve çoğu kez hüzünlenerek anlattığı bu fikri, dinleyenlerde büyük heyecan yarattı. Amerika’nın önde gelen bir giysi tüccarı da hiç düşünmeden finansal desteği sağladı. O, Anna’nın anlattığından farklı şeyler duyuyordu o sırada ve kaz gelecek yerden tavuğu esirgenmemeliydi. Böylece ilk anneler günü Jarvis’in annesinin  din dersleri verdiği bir kilisede 10 Mayıs 1908’de 407 çocuk ve annesinin katılımı ile kutlandı. Anna oraya katılan her anne ve çocuğa kendi annesinin en çok sevdiği çiçek olan beyaz karanfillerden birer tane armağan ederek annesinin hatırasına bir saygı duruşu sergiledi.

Sıra anneler gününü “millî bir gün” olarak kabul ettirmeye gelmişti. Jarvis tarihte tek bir kişi tarafından gerçekleştirilen en başarılı mektup yazma kampanyasını başlatarak farkında olmadan “benim annem melek annem” edebiyatının da öncüsü oldu ve gazete patronlarından işadamlarına, devlet adamlarından, din adamlarına kadar ulaşabildiği herkese bu fikrini iletti. Güçlü bir desteği arkasına aldı. Fikir o kadar çabuk kabul gördü ki senato onaylamadan önce birçok eyalet ve şehirde anneler günü kutlamaları gayri resmi olarak başlamıştı bile. Sonunda 8 Mayıs 1914’te, mayıs ayının ikinci pazarı, ‘Anneler Günü’ olarak resmen ilan edildi. Çok kısa sürede diğer ülkelere de yayılan bu gün Amerika’da çiçek ve tebrik kartı satışlarının patlama yaptığı ilk gün olarak sayılabilir.

Annesini kaybetmiş, üzüntü içinde bir kız çocuğunun dünya çapına kutlanan bir güne nasıl öncülük ettiğini yıllarca düşünmüştüm, yine kapitalizmin masallarından biriymiş oysa ki, yeni öğrendim.

Ama gerçek hikâye burada bitmiyor. Asıl bu noktadan sonra üzücü bir hayat hikâyesi haline geliyor. Anna’nın hayatı. Nasıl mı?;

Anna Jarvis sonunda muradına ermiş kampanyasını başarı ile sonuçlandırmıştı ama kendi hayatı pek mutlu sonla bitmedi. Özünde dinî ağırlıklı ve duygusal bir anma, bir kutlama olarak düşündüğü bu günden ticari çıkar sağlamaya çalışan herkese karşı tek tek hukuki savaş açtı. Ne yazık ki davaların hepsini kaybetti. Bu süreçte bütün gelirlerini, hattâ ailesinden kalan evini bile kaybetti. Evlenip, çocuk sahibi olmaya fırsat bulamadı. Her anneler günü onun için yeni bir sızı oldu. Dünyadan elini eteğini çekti. Dostları ona destek vererek son yıllarını sanatoryumda geçirmesini sağladı. Anna Jarvis mutsuz ve yalnız bir şekilde 1948’de, 84 yaşındayken hayata veda etti. Kırgın ve kızgındı.

Anna Jarvis’in iyi niyetle ortaya attığı fikir kapitalizm için vazgeçilmez bir yem oldu. Yıllarca beyaz eşya, giyim, aksesuar, kozmetik, çiçek böcek, kuyum aklınıza gelen her sektörün işine geldi “Benim annem canım annem” sloganı. Senede bir güncük annelerine hediye alan iyi çocuklar ve almayan kötüler olarak ikiye ayrıldık. Ne gerek vardı evladım bir öpücük yeterdi diyen annelerimiz bile kazara hediye almadığımız bir anneler gününde suratlarını düşürdüler. Bütün bu düzeni bildiğimiz halde bizim de yenildiğimiz zamanlar oldu. Özel anlamlar yüklemekten kaçınsak da kutlamadan edemedik. Annelerimize bunu anlatamayacak kadar meşguldük, yorgunduk, umursamazdık belki de! Amaaan, ne olacak bahaneyle bir hediye almış olayım da unuttum sanıp üzülmesin, dediğimiz oldu. Biliyorum bu işlere hiç bulaşmayan ve annelerinin içten içe suçlar bakışlarına maruz kalanlar da var aramızda, ama ne mutlu o yemi yemeyenlere!

Anna Jarvis haklıydı. Ne olursa olsun anne, anneydi işte ve kutsal doğaüstü bir varlıktan önce, tüm hataları ve fedakârlıklarıyla insandı. Onu kaybettiğimiz  ya da kaybedeceğimizi düşündüğümüz zaman vicdan azabı çekeceğimize her ne yaşandıysa, her iki taraf da hayattayken affetmeliydi. Elbette havada uçan terlik olimpiyatlarının şampiyonu annelerdi.  Birçok şeyi gizlemeyi başarsalar da babaların bir numaralı ispiyoncusu da yine onlardı. Yahu adam kadının kocası ama, bu gerçeği unutmuş muyduk? Bu kadar basit değil, tüm güzelliklerinin yanında kimimizin hayatına farkında olmadan çocukluktan kalma yaralar serpiştiren de annemizdi. Olsundu, annelerinizi affediniz!

Ebeveynliğe terfi eden yakın arkadaşlarıma bakıyorum da, annelik rolü kesinlikle hayatın en zor sorumluluklarından biri. Herkesin üzerinde aynı durmasını beklemek saçma… İyi anne ve kötü anne kavramları ise belirli sınırlar dışında göreceli. Kimine göre çocuğunu mitinge götüren kadın, kötü sorumsuz bir anneyken, kimine göre çocuğunu bahane edip geleceğine sahip çıkmaktan vazgeçmediği için cesur bir anne olabiliyor ya da çocukları için çalışıp başını işten kaldırmazken kendini fedakâr sananlar ve onları suçlayanlar. İçgüdüsel bir duygu sanırım şu annelik halleri. Fedakârlık kısmı da kişiden kişiye değişiyor ve illa ki her anne kendi hayatından bir miktar çalıyor çocuğu için. Bunun tek nedeni durumun özündeki katıksız sevgi. Kimseye ve başka hiç bir şeye gösterilmeyecek bir çeşit sevgi. Yani dışarıdan öyle görünüyor! On dakika daha fazla uyumak için bin türlü hileyi yapan kadının sabahın köründe enerji küpü olarak dolanmasını başka türlü açıklayamıyorum ben. Hayatında sokağa çıkıp bağırmamış bir annenin her cumartesi Galatasaray Meydanında haykırmasını başka ne açıklayabilir ki?

Anneleri tapılacak tanrıça figürlerinden sıyırmak onları değersizleştirmek değil, anlayabilmektir gibime geliyor. Anlarsanız seversiniz. En özetlenebilir haliyle “Eneeee, seviyorum kız seni!”  diyebilmek mühim olan. Bilmem ne kuyumcusunun en özel anneler için hazırladığı tek taş yüzükten daha samimi, daha sıcak değil mi? Tabii, Anna Jarvis’in hikâyesini anlatmayı unutmayın, yoksa o suçlar bakışlarla başa çıkmakta zorlanabilirsiniz.

Şimdi bu gerçeği öğrendikten sonra hâlâ paha biçilebilir bir hediye peşinde olanlar varsa Anna Jarvis’in lanetine uğrayabilir, zaten bakışlarında da bir falso var bu kadının, korkmalı bence!