Sağlıklı filmleri hayatınızdan eksik etmeyin.

Ratatuy / Ratatouille

Küçük bir tavsiye: Öyküsü hakkında hiçbir şey bilmeyenlere filmin hikayesini “lüks bir restoranda yemek yapan bir kır faresiyle ilgili” şeklinde özetleyin. Özellikle küçüklerin yüz ifadeleri ve ‘ıyyy’larla ‘öğğğ’lerin eşlik ettiği tepkileri görmeye değer.

İronik yanı, filmin proje aşamasındayken de yapımcılardan benzer tepkiyi almış olması. Kulağa iğrenç gelse de filmde tiksindirici hiçbir şey yok, aksine bir hayli iştah açıcı. Yemek yemenin mideyi doldurmaktan ibaret olmadığını anımsatan kaç tane animasyon geliyor aklınıza? Lezzet peşinde koşmanın ve iyi yemek pişirmenin başlı başına bir hayat felsefesi olabileceğini söylemekten gocunmayan? Ya da, galiba en önemlisi, yemek pişirmenin sadece kadınlara mahsus bir beceri, uzmanlık alanı olmadığını ustalıkla tasvir eden?

Paris kanalizasyonlarında her bulduğunu yiyen pisboğaz akranlarının aksine, Remy, hayatta kalmanın asıl kuralının iyi yemek pişirmeyi bilmekten geçtiğini düşünüyor. Yemek tariflerinden bahsettiği zaman türdeşlerince dışlanıyor. Dürüstlük, açgözlülük ve kibir üzerine yerinde cümleleri de var. Animasyon üzerinde o tarihe dek yaratılmış en güzel Paris manzaraları da. Bir de geleneksel Fransız sebze yahnisi Ratatuy’un tarifi. Daha ne olsun?

Hugo

Şehrin tren garında gizlenerek yaşayan küçük Hugo Cabret, tüm hayatını artık çalışmayan bir otomatonu canlandırmaya adamış. Günümüzdeki elektronik ve yapay zekalı robotların atası sayılabilecek otomatonlar, çarklı ve kurmalı mekanizmalarla çalışıyor. Mekanik heykellerin, kurmalı saatlerin ve oyuncakların altın çağı. Sinemanın altın çağı ise kapanmış.

Hugo 1930’ların çocuğu. Daha korkunç ve daha büyük bir savaşın eşiğinde olduklarından henüz habersiz Paris halkı, karanlık günleri anımsamak dahi istemiyor. Sokaklarda yaşayan kimsesizleri yetimhanelere tıkmak da bu örtbas çabasının bir sonucu. Bu yüzden Hugo, avucunun içi gibi iyi bildiği istasyonun tüm avantajlarını kullanarak yaşamını idame ettiriyor.

Martin Socrsese’nin filmi her şeyden öte sinemanın büyüsüne yürekten inanmanın ve teknolojik imkanlar gelişip değişse de, örneğin 3D bir modaya – kimilerine göre bir illete – dönüşse de, o sihrin baki kalacağından emin olmanın ürünü. Sessiz sinemanın ilk dönemlerindeki hayranlık, coşku ve şaşkınlık duygusunu yeniden canlandırmak gibi inanılmaz zor bir işi de başarıyor.

Filmin asıl hazinesi ise, Hugo’yu canlandıran Asa Butterfield. Bir çocuk karakter olarak inanılmaz şeylerle uğraşıyor ama inandırıcılıktan yana hiçbir sorunu yok. Büyümüş de küçülmüş çocuk aktörlerin antikalıklarına kalkışmıyor. Ne de olsa Scorsese gibi bir büyüğü elinden tutuyor.

Aşırıcılar / Kari-gurashi no Arietti

Mary Norton’un daha önce birkaç kez daha filme aktarılan ünlü romanının galiba en anlamlı uyarlaması. Bir kır evinin delhizlerinde gizlenerek yaşayan parmak büyüklüğündeki bir aile tüm gereksinimlerini ufak tefek şeyleri ev halkından aşırarak karşılıyor. Ev halkının eksikliğini bile hissetmeyeceği, ama onların uzun bir süre hayatta kalmasını sağlayacak şeyler. Boş bir kibrit kutusu, bir toplu iğne, bir sebze yaprağı mesela. Varlıklarının hissedilmesine imkan bile yok, ama masal bu ya, Aşırıcılar’ın küçük kızı bir gün evin ‘büyük’ oğlu tarafından keşfediliyor.

Azla yetinme becerisi filmin baskın temalarından biri. Aşırıcılar’ın yaşam çemberi, hayatta kalmaktan başka bir derdi olmayan diğer basit canlılarınkiyle kesiştiği zaman bir tehdit unsuru doğmuyor. Bazı yaratıklar onlardan çok daha büyük ve ürkütücü görünse bile. Oysa evin mazlum görünümlü ihtiyarı kargadan kediye her tür hayvana karşı hırçın davranıyor, onları hor gördükçe kendi hayatı da sarpa sarıyor. Ama bu yaşlı kadın filmin kötü karakteri bile değil, Aşırıcılar’a yönelttiği saplantının çocuksu, hüzünlü bir yanı var.

Her Studio Ghibli filminde olduğu gibi, doğru notalara basan ama asla yüksek oktavlara çıkmayan, kesin yargılardan uzak, dingin bir öykü bu.

Kutup Macerası / Eight Below

Yaşanmış bir hikayeyi elbette epey süsleyerek aktaran bu filmin Japon aslı Antarctica çok daha iyidir, muhteşem müzikleri de Vangelis imzalıdır, ama o filmin Türkçe dublajlı ya da altyazılı bir kopyasını bulmak pek kolay değildir. Bununla da idare edebiliriz.

Hikayenin kilit noktası, bir keşif ekibinin yaklaşan fırtına nedeniyle kızak köpeklerini Antarktika’daki araştırma kampında bırakıp apar topar ayrılmasıyla açılıyor. Köpekler, sahipleri vicdanı el vermeyip geri dönmeye karar verene dek zor hava koşullarında inanılmaz bir yaşam mücadelesi veriyor.

Bu haftaki listenin çok küçük yaştaki seyircilere uygun olmayabilecek tek filmi, çünkü hikayenin heyecan dozunun arttığı yerler var. Bir de mendil ıslattırmak için çekilmiş, bunu da gayet iyi başaran dokunaklı sahneleri. Sonuçta bir Disney filmi. Acıklı kayıplar yaşansa da, her şey tatlıya bağlanıyor.

Detoks etkisi yaratan filmlerin ilk bölümü için tıklayınız.

Detoks etkisi yaratan filmlerin ikinci bölümü için tıklayınız.