Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün beşincisini Türkiye’den Cumartesi Anneleri/ İnsanları ve Sırbistan’dan Nataša Kandić aldı.
Her yıl olduğu gibi bu yıl da ödüller uluslararası jüri tarafından hatırlamak, yüzleşmek ve barış için mücadele etme cesareti gösterenlere verildi.
Bu yılın uluslarası ödülünü alan Nataša Kandić’in hayatı şöyle:
“1946’da Yugoslavya’da, Sırbistan’daki Kragujevac şehrinde doğdu. 1972’de Belgrad Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Sosyal hizmet uzmanı iken, avukatlık mesleğine geçti.
1990’larda, Yugoslavya’da çatışmaların başladığı andan itibaren, 1991-99 arasında işlenen savaş suçlarını belgeledi. Bosna Savaşı sırasında, Sırpların, işgal ettikleri köylerde, Sırp olmayan sivillere yaptıklarını belgelemek için cephenin öbür tarafına geçti. Çabaları, eski Yugoslavya’da Sırp güçlerinin işlediği savaş suçlarını kabul etmeyen pek çok Sırp’ın yanı sıra, demokrasi yanlısı kesimlerle de arasının açılmasına neden oldu. Kosova Savaşı boyunca, dış dünyayı polis ve paramiliter gruplar tarafından işlenen insan hakları ihlalleri hakkında bilgilendirmek için Sırbistan’ı karış karış dolaştı.
1992’de, eski Yugoslavya topraklarında silahlı çatışmalar sırasında işlenen kitlesel insan hakları ihlallerini belgelemek amacıyla Belgrad’da İnsani Hukuk Merkezi’ni kurdu. Merkez, bu konuda bilgi ve tanıklıklar toplamaya, çatışma sonrası dönemde insan hakları ihlali kurbanlarına destek ve hukuki yardım sağlamaya devam ediyor.
1998’de, Sırp güçlerinin baskılarının arttığı sırada, merkezin Priştine ofisi, Kosova’daki insan hakları ihlalleri hakkında Sırp yetkililer tarafından verilen bilgilerin tamamen zıddı bilgiler içeren bir rapor yayımladı.
Topladığı delillerden, Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin iddianamelerinin hazırlanmasında yararlanıldı. En iyi bilinen delillerden biri olan ve Trnovo yakınlarında, Sırp paramiliterlerin altı Bosnalı Müslüman mahkûmu katlettiğini gösteren video kaydı, 7500 Bosnalı Müslüman erkek ve çocuğun öldürüldüğü Srebrenitsa Katliamı’nın kanıtı olarak kullanıldı.
Merkezin Ocak 2012’de yayımladığı raporda, 1999’da Kosova’da işlenen savaş suçları nedeniyle suçlanan, dönemin Yugoslavya Ordusu’nun komutanlarından ve geçen süre içerisinde rütbe alarak Genelkurmay Başkantığı’na yükselen Ljubisa Dikovic, Mart 2012’de Kandic’e dava açtı. Ljubisa Dikovic Dosyası, savaş suçları hakkındaki tartışmaları Sırbistan’da yeniden başlattı. Dikovic’in yanında duranlar, Kosova’da işlenen tüm suçlardan, polisin ve ordunun sorumlu olduğunu kabul ediyordu. İlk defa, kimse suçları inkâr etmiyor, çatışmadaki tarafların suçlarını eşit göstermeye çalışmıyordu.
Savaş sırasında yaşanan vahşeti ve gerçekleri ortaya çıkarmak için yürüttüğü çalışmalarla, ülkesi Sırbistan’da, hem yönetici sınıfın hem de milliyetçi grupların tepkisini çekerken, uluslararası camianın takdirini kazandı. En zor şartlarda dahi gerçekleri araştırmaktan vazgeçmedi. Savaşın yaralarının sarılması için mücadele etmeye devam ediyor.”
Cumartesi annelerinin hikayesi
Bu yılın Türkiye’den ödülünü alan cumartesi anneleri/insanlarının hikayesi şöyle:
“Bir grup kadının, gözaltında kaybolanların bulunması ve sorumluların ortaya çıkarılarak yargılanması talebiyle, bir Cumartesi gününe denk gelen 27 Mayıs 1995’te, saat 12.00’de İstanbul’da, Galatasaray Lisesi’nin önünde oturmasıyla doğdu.
20 Mart 1995’te eve dönmesi beklenen Hasan Ocak’tan tam 55 gün hiç haber alınamamıştı. Hasan Ocak’ın işkence edilmiş bedeninin İstanbul’da bir ormanda bulunduğu ve kimsesizler mezarlığına gömüldüğü ortaya çıktı. Hasan Ocak ilk ‘kayıp’ değildi ama bu kez ortada çok sayıda tanık ve kanıt vardı. Kamuoyunun dikkatini konuya çekmek için bir araya gelen, her birinin bir yakını gözaltında kaybedilmiş 30 kadar insan, Galatasaray Meydanı’nda oturmaya karar verdi.
Onlar, sadece yakınlarının kemiklerini değil, aynı zamanda sorumluların hesap vermesini, yargı önüne çıkarılmasını, böylece bir daha benzer acıların yaşanmayacağı yeni bir Türkiye’nin yolunun açılmasını talep ediyorlardı. Bunun için, sessiz bir çığlıkla, yağmur, kar, rüzgâr veya güneş altında, her cumartesi günü, ellerinde kartona yapıştırılmış ‘kayıp’ resimleri ile yarım saat oturdular, basın açıklamaları yapıp sessizce dağıldılar. Bu sessiz mücadele, Diyarbakır, Batman, Urfa ve Cizre’deki kayıp yakınlarının katılımıyla büyüdü. Eylem ilk ayını doldurmadan, polisin saldırısına uğradı. Baskı ve tehditler her hafta yinelendi. Onlarla birlikte hareket eden insan hakları savunucuları baskılara maruz kaldı. Onlar, her şeye rağmen, çok sayıda insanın dikkatini bu kanayan yaraya çekmeyi başardı.
Onların kınlamayan direnci, hem iç hem de dış kamuoyunun, kayıpların hesabını sormasını sağladı. Uluslararası insan haklan kuruluşlarının raporlarında özel bir yer bulan ‘Türkiye’de gözaltında kaybolanlar’ başlığı, iktidarların uluslararası görüşmelerinde de bir gündem maddesi haline geldi. Onlar, bütün bu yıllar boyunca, gözaltında kaybolan insanları, istatistiklerde birer rakam olmaktan çıkardı; onları etiyle, kemiğiyle insanların zihninde canlandırdı.
1999’daki ağır devlet baskısı ve polisin saldırıları nedeniyle sona erdirdikleri Cumartesi eylemlerine, 10 yıl sonra, 2009’da yeniden başladılar. 31 Ocak 2009’dan beri, 1915’te kaybedilen Ermeni aydınları da kayıplarının arasına katarak, sessiz oturuşlarına devam ediyorlar.
Yıllardır durmaksızın, gözaltında kaybedilen yakınlarını arayan, onların hiç değilse bir mezara sahip olmasını isteyen bu insanlar, Türkiye’nin insan hakları tarihinde önemli bir dönüm noktası teşkil ediyor. Yaşadıkları acıları başkaları yaşamasın, sorumlular yargı önüne çıksın diye azimle mücadele ediyorlar. Şiddete maruz kaldıklarında bile sessizliğin çığlığıyla hakikatin savunucusu oldular ve olmaya devam ediyorlar.”
Ödüller Hrant Dink anısına veriliyor
2007’de öldürülen Agos Gazetesi yayın yönetmeni Hrant Dink’in hayatı ise şöyle:
“Dink, 15 Eylül 1954’te Malatya’da doğdu. Ailesi 1961’de İstanbul’a göç etti. İki erkek kardeşi ile birlikte Gedikpaşa’daki Ermeni Protestan Kilisesi’nin yetimhanesine yerleştirildi. İlkokulu İncirdibi Ermeni Protestan İlkokulu’nda okudu, yazları ise okulun Tuzla’daki kampında geçirdi. Ortaokulu Kumkapı’daki Bezciyan, liseyi Üsküdar’daki Surp Haç Tıbrevank okulunda yatılı olarak okudu. Yetimhanede birlikte büyüdüğü Ermeni Varto aşiretinden Rakel Yağbasan ile evlendi, üç çocuğu oldu.
İstanbul Üniversitesi’nde zooloji ve felsefe eğitimi aldı. Eşiyle birlikte, kendileri gibi Anadolu’dan gelen kimsesiz ve yoksul çocukların yetiştiği Tuzla Ermeni Çocuk Kampı’nı yönetti. 1936 Beyannamesi gerekçesiyle, 1984’te mahkeme kararıyla kampa devlet tarafından el kondu. Bu dönemde, siyasal görüşleri nedeniyle üç kez gözaltına alındı ve tutuklandı.
90’lı yıllarda, İstanbul’da yayımlanan günlük Ermenice gazete Marmara’da yazdı. 1996’da haftalık Agos gazetesini kurdu. Agos, Cumhuriyet döneminde Türkçe-Ermenice yayımlanan ilk gazete oldu. Gazetenin ana hedefleri, Türkiye Ermeni toplumunun anadilini bilmeyen kesimi ile dayanışmak, Türkiye Ermenilerinin sorunlarını dile getirerek geniş kamuoyunun desteğini almak ve Ermeni kültür ve tarihini Türkiye toplumu ile paylaşmaktı. Sol, muhalif kimliği ile dikkat çeken Agos, Türkiye Ermeni toplumunun kapalı yapısını eleştirdi, alternatif toplumsal projeler önerdi.
Hrant Dink, Yeni Binyıl ve Birgün gazetelerinde köşe yazıları yazdı. Türkiye ile Ermenistan arasında komşuluk ilişkilerinin gelişmesini, sınırın açılmasını, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin desteklenmesini ve 1915’te yaşananların iki halkın onurunu gözeten, empatik bir üslupla konuşulmasını savundu.
2004 yılında yazdığı bir yazı üzerine, sert üsluplu bir Genelkurmay bildirisine konu oldu, hakkında ‘Türklüğe hakaret’ davaları açıldı, aksi yönde verilen bilirkişi raporuna rağmen altı ay hapis cezası aldı ve basındaki kampanyalarla hedef haline getirildi.
19 Ocak 2007’de gazetesinin önünde ensesinden kurşunlanarak öldürüldü. Cinayet davası, halen, Türkiye’deki adalet arayışının sembolü olarak sürmektedir.”