Metin Solmaz: Bir meşhurun direnişi nasıl övdüğünü anlatıyorlardı. Gezi’deki çocuklardan birisi mümkün olduğu kadar nâzik, “Valla, Allah razı olsun öyle dediği için de çok affedersin s**imde değil.” dedi.

Bülent Somay: Şimdi ben Çarşı çocuğunu eleştirsem ne olacak, övsem ne olacak, tamam mı? Abi küfretmeselerdi iyi olurdu, derim. Fakat ne yürekmiş, derim. Ama umrunda olmaz tabii.

M: Bu Gezi çocukları pek sinirlenmiyorlar.

B: Gerçekten umurunda değil de o yüzden sinirlenmiyorlar.

M: Muhtemelen öyle. Ama bu çocuklar iktidar, başbakan falan dışında hiçbir şeye kızmıyorlar. Hak etmesine rağmen polise bile kızmadılar pek. Ama akıllarına yatmayanı hep düzelttiler de. Nezaketle. Bir tanesi gitmiş duvara “Ya hep ya hiç” yazmış. Hakikaten ortama zerre kadar uymayan, berbat bir slogan. Öbürü de kendi boyasıyla “ya hep beraber ya hiç birimiz”e çevirmiş onu kibarca.

B: Dayağı yiyorlar ama ertesi gün sokağa çıktıklarında polisten nefret ediyor olarak çıkmıyorlar. Yani o an kafasına copu vuran ya da hedef gözetip bombayı sallayan herife sinirleniyorlardır tabii. Hatta eline geçirse bacağını kırıp kafasına bir şey de vurur onun. Ama ertesi gün üniformalı adam görünce aynı nefretle bakmıyorlar.

M: Bir de gelen kitleyi hiç ayırmıyorlar. “Kimlerdenmiş ayol?” yok. “Şu bilmem ne diyerek geldi, bunun elinde şöyle bir bayrak vardı” falan yapmıyorlar.

B: Şimdi bunlar sallamayacaklar benim dediğim lafı tabii ama bu hem iyi hem kötü. Birikmiş öfke olmadan politik tutarlılık olmaz.

M: Ama ölenlerle ilgili bir birikmiş öfke var yani.

B: Var ama devletin eşeklik ettiği her yerde vardır o. Amerika’da da olsa olurdu. Yunanistan’da bir çocuğu öldürdüler diye neler oldu hatırlamıyor musun?

M: Ama burada da olabilir artık.

B: Olur ama Yunanistan’da sonra ne oldu?

M: Ekonomik krize döndü.

B: Ekonomik krize döndü, bütün dikkat oraya çevrildi. Artık o öfkeyi görmüyorsun. Bu yüzden İspanya’da hâlâ öfkeliler. Adamların adı burada “bıkkınlar”. Ben Yunancasını anlamıyorum ama Niyazi Kızılyürek sağ olsun tercüme etti. Şu anda Yunanistan’da bıkkınlar var. “Öfkeliler” değil onlar artık. 3 sene önce öfkeliydiler. Bu öfkenin belli bir tutarlılık kazanması için belli bir politik bağlanmışlık da gerekiyor. Yani karşındakini tarif etmiş olman gerekiyor. Bunlar karşısındakini tarif etmiyorlar, haklılar da. Maalesef onların yerine çok tarif edildi. Çok tarif edilmiş bir şey var karşında o tarifin doğru olmadığının farkındalar bunlar. Tutmadı o tarifler.

M: O zaman bir tarife ihtiyaç da var demektir. Belki yapacaklardır o tarifi de.

B: Ama henüz yapılmadı. Neyle dalaştıklarını bilmiyorlar. Şu anda sadece megalomanisi beynine vurmuş, 10 senede 3 tane seçim kazanmış, giderek artan bir güçle seçim kazandığı için kendinden geçmiş, bu kadar övülmeyi ve pohpohlanmayı kaldıracak yapıya sahip olmayan bir başbakan var karşılarında. Adamcağızın çatısı bu kadar “sen büyüksün”ü kaldırmıyor. Kaldırmadığı içinde müthiş bir delüzyon içinde. O delüzyonu da görüyorsun. Delüzyon delüzyonu çağırır. Benim hayatta en sevdiğim atasözlerinden biri “abyssus abyssum invocat”tır. Yani “gayya kuyusu gayya kuyusunu çağırır”. Recep Tayyip Erdoğan da Yiğit Bulut’u çağırıyor. Bir delüzyon (hezeyan) öteki delüzyonu çağırıyor yanına ister istemez. Kendini dokunulmaz ve ağzından çıkan her lafı mukaddes zanneden bir adam var. O yanına “telekinezi yoluyla başbakanı öldürecekler” diyeni çağırıyor. Hayat böyle bir şey. Ama politik eleştiriye buradan başlarsan bir yere de gidemezsin.

M: Bir yandan da işe yaramanın tadını almadılar mı? Mesela ehliyet parası 100 küsur lira oldu dendi; bir bağırdı millet 15’e indi. Karşı çıktılar, karşılığını gördüler. Al sana park. 8 dönüm büyüttüler resmen Gezi Parkı’nı. Taksim projesi olduğu gibi durdu resmen. Bunlar zafer olarak kutlanmıyor ama zafer yani.

B: İşte mesele bu, onlar bunu istemiyorlardı ki. Bunlar bahaneydi.

M: Hiç kuşkusuz ama bir yandan da insan gücünü ölçüyor. Bu çocuklar güçlerini ölçmediler mi?

B: Tamam ama benim için şu anda Antikapitalist Müslümanlar daha anlamlı.

M: Ama Antikapitalist Müslümanlar bu çocuklar olmasaydı hiçlerdi.

B: Öyle ama onlar sadece neye karşı olduklarını değil; ne istediklerini de biliyorlar.

M: Bu çok önemli mi hakikaten?

B: Çok önemli.

M: Gerçekten öyle mi? Belki kendiliğinden tanımlanacak…

B: Ben buna inanamıyorum. Ne istediğini bilmek çok önemli. Ne istediğini bilmek derken “Bir tane politik programın olacak işte iktidara geldiğimde ben bunu…” Onu kastetmiyorum ama mesela Gezi’nin ortalaması kendini antikapitalist olarak bile tasavvur etmiyor.

M: Değiller de muhtemelen zaten…

B: Belki ruhen öylelerdir ama farkında değiller. Dertlerinin kapitalizmle olduğunun bile dile dökmüş değiller. Konuştuğun zaman belki söylemeyecekler bile bunu sana.

M: Bir aycık oldu ama bunlar bir araya geleli. Bir de bunlar hakikaten birinci gündeki gibi kalmadılar. Her gün başka bir şey haline geldiler. Anne-babalarıyla değiştiler. Birinci gün anne-babalar ne kadar endişeliydi. 3 hafta sonra onlar da gelmeye başladılar.

B: Ben zaten eleştiri olsun torba dolsun diye söylemiyorum. Olayın kendisi müthiş bir olay zaten.

M: Örgütlü olmalarını da istiyorsun anladığım kadarıyla yani gerekli görüyorsun.

B: Örgüt önemlidir ama şart değildir. Bak 1968-1971’i düşün. Avrupa için 3 yıl dedin ya 3 yıl koydum sana. 1968’de neydi? Bakıyorduk, her tarafta devrim görüyorduk. 1971’teki tek başarıları Fransa’da De Gaulle’ün o aptal referanduma gidip kendi kendini ilga etmesi oldu.

M: Ama işte ‘68’de olmayacak bir devrimi öngörmeselerdi keşke. Hani çıtayı biraz rasyonel tutsalardı. Bu çocuklar öyle yapıyorlar sanki.

B: Biz sonradan yakıştırdık ‘68’e devrim hedefini. Onlar “establishment”ı, “etablismon”u yıkmak istiyorlardı. Yerine ne koyacaklarını falan bilmiyorlardı. Dolayısıyla o bir devrim talebi bile değildi. Öyle olduğu için 1971’de o kurulu düzenin sandıkları kadar böyle bir fiskeyle devrilmeyeceğini anladıkları andan başlayarak o meşhur muhafazakâr dalga geldi ve 15 yılı aldı götürdü. ‘75’ten ‘90’a kadar. Sovyetlerin ve doğu bloğunun ‘90’daki çöküşü olmasaydı daha da sürerdi o muhafazakâr dalga. Arkasından darbe alarak o muhafazakârlık sona erdi. Polonya’yla başlayıp duvarın yıkılması ve Sovyetlerin dağılmasıyla devam eden dalga sayesinde sona erdi. Dolayısıyla böyle şeyler bazen arkalarından çok ciddi ve uzun soluklu muhafazakâr dalgalar da getirir. Şimdi bunu söylemeye kalksan “vay sen şimdi bize uslu durun yoksa bak muhafazakâr öcü gelir mi demek istiyorsun” diyecekler.

M: Kimsenin zaten bir şey demeye çok fazla hakkı yok. Uslu durun başka başka bir şey, senin söylediğin başka.

B: Tabii ki uslu durulmayacak. Niye uslu durulsun. Uslu bir dünya benim çok sıkılacağım bir dünyadır. Tabii ki uslu durulmasın. Ama burada bir problem var. Ne istediğini iyi bilmiyorsan eğer, sadece bir şeyi sarsarsın.

M: Ama ne istemediğini iyi bilmek de…

B: Biliyor mu acaba? Ne istemediğini çok iyi biliyorsan aşağı yukarı ne istediğini de biliyorsundur.

M: Tayyip Erdoğan yardımıyla şu an herkes ne istemediğini çok iyi biliyor.

B: Tamam ben orayı zaten tuttum bırakmıyorum. Baba istemiyorlar. Bu ‘68’e göre bir adım ileridir. ‘68 zaten babası olmayan ya da babasını çoktan halletmiş bir kültürde olduğu için kurulu düzen karşıtlığı böyle bir isyan değildi, daha muğlaktı. Burada çok net. Bütün bir şark tarihi, Osmanlı tarihi boyunca yaşayan o baba biraz çöktü 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren. Çünkü neden? Öteki heriflerden dayak yiye yiye dışarıdan çöktü. Güvenirliğini kaybetti. Bana sorarsan ta 1807’den beri kaybetti. Yani 3. Selim’in düşüşünden itibaren kaybetti. Ama babasız yaşanılamadığı için kendine baba icat etti. 1923’de sonra zaten 11 sene sonra baba adını zaten kendisine isim olarak aldı, Atatürk oldu. Hadi onun ömrü kısaydı yerine de bir başka baba bırakmadan gitti. İsmet mi baba? Allah korusun. İsmet abi demezsin mecbur kalmasan. Menderes tutmadı. Kimse mirasyedi çocuğuna, Egeli toprak ağası çocuğuna baba demez bu ülkede.

M: Demirel kendisi baba ilan etti kendini.

B: Etti, tuttu o. Komik bir baba oldu o da. Her şey benim burada. İstersem içki de içerim istersem radyoda, Mustafa Kemal gibi bir baba olmadı. “Ben ne istersem yaparım ve kimse bana hesap soramaz, klasik Türk müziğini yasaklarım ama her akşam da Çankaya’ya Denizkızı Eftalya’yı çağırırım.” Mustafa Kemal dediğimiz bu aslında. “Siz içmeyin; öğünün çalışın, güvenin, ben içeceğim. Yasa koyuyorum o yasa bana işlemez” babamız o. Demirel öyle bir baba olamadı. Sembolik bir baba oldu şapkasıyla falan. Ondan sonra Demirel de yerini Özal’a bıraktığı zaman Özal baba falan değil. Özal alt tarafı arkadaşlarınla falan tanıştırmaktan utanacağın bir amca. Ondan sonra kimse yok zaten. Mesut Yılmaz mı baba? Böyle tuhaf arayışlar zamanı değil mi, Özal sonrası. Demirel’i hortlatmaya çalıştılar olmadı.

M: Yalpalayan bi Ecevit…

B: Tansu Çiller. Ecevit zaten hiçbir zaman babalığa oynamamış. Sonra Tayyip Erdoğan geldi. Hiçbir şekilde baba iddiası olmadan, “Abiyim ben, Kasımpaşalı delikanlı abinizim. Başörtülü kızlarımın da hakkını savunurum, şiir de okurum bakın sizin için hapse de girdim çıktım. Beraber yürüdük biz bu yollarda.” diye diye geldi. Zaman geçti fazla iltifat kafasına dokundu ve 2010 anayasa referandumundan sonra kendisini baba sanmaya başladı. Problem de burada. Hâlbuki bence 1938 uzun bir matem baba için tutulan. Neredeyse 60 yıl sürüyor.

M: Bitti mi o matem?

B: Bitti. Artık matem tutmuyoruz. Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyenler de matem tutmuyor. Başka sembolleri yok. Bitti o matem. 60 sene ağladık zırladık “ah Atam!” dedik bitti. Söyleyen de inanmıyor artık çok belli. O yüzden babayla işimizi bitirdik. Yani Freud’a göre Avrupa’nın taa en başta yaptığı şeyi. Babayı öldürdük oğullar kendi aramızda iktidarı paylaştık. Biz eşitiz. Ha, aramızda birinci olan biri var. Kral olur cumhurbaşkanı olur artık o duruma göre noktasına en nihayet geldik.

M: Neden şarkta öyle bir öldürme olmamıştı?

B: Tarihinde mitolojisinde de yok. Baba öldürme mitolojisi yok şark tarihinde. Hep kardeşler birbirini öldürüyor. Babanın yerine herkes dikmiş gözünü bakıyor. Bir gün ben de böyle olacağım diyor. “Kardeşler gelin bileşelim bu herifte çok fazla iktidar toplandı bunu ortadan kaldırıp bölüşelim” diyen yok. Birbirlerini dürüyorlar bu herif ölünce ya da güçten düşünce kim yerine gelecek diye. 1454 Fatih kanunnamesi. “Karındaşını öldürmek caizdir” diyor. Şimdi Türkiye politik hayatına bakacak olursan evet kardeş kardeşi öldürerek ilerledi hep. Mustafa Kemal. İktidara geldiğinde ilk yaptığı şey İzmir suikastı bahanesiyle Kurtuluş Savaşı’nda yanında yer almış kim varsa hepsini tasfiye etmek. Hepsini ya sürdü ya kaçmalarını sağladı ya öldürdü İstiklal Mahkemeleri’nde. Ve baba oldu. Ondan beri hep aynı oyunu oynuyoruz biz. Herkes kardeşini yiyor yani. Fakat bir türlü o baba pozisyonuna gelemiyor. Tayyip Erdoğan gelebileceği kanaatine kapıldı. Biraz da Stockholm Sendromu. Yani hayatı boyunca mücadele ettiği o Kemalist vesayet sistemini aşkla sevmeye de başladı ki iktidar insana bunu yapar.

M: Bu ama başka türlü bir güven değil mi? Yani “iktidar iyi bir elde olursa iyi bir şeydir” diye düşündüğünden, yani “ben iyi kalpliyim, kapsayıcıyım” dediğinden…

B: Tabii tabii. Bir de şey var “iyi kalpliyim kapsayıcım bende Tanrı korkusu var.” İşte orada Müslümanlarla aramızda bir fark olduğunu görelim. Allah korkusu gerçek bir şey olsaydı eğer haklı da olabilirdi. Ama Allah korkusu gerçek bir şey değildir. Sonuç olarak bende Allah korkusu var diyenler Allah yolundan saptıklarında kafalarına hiç şey yemediler.

M: Yaptırımı bu dünyada değil çünkü.

B: Değil. Hiç Sodom yok ortada. “Bende Allah korkusu var” yani ben korkarım. Korkmuyorsun aslında. Çünkü öbür tarafta Allah kerim diyorsun. Bunu demeye başladığın anda “bende Allah korkusu var o yüzden Kemalistlerin elinde veya Mustafa Kemal’in elindeki iktidar bende olsa benden kötü bir şey görmezsiniz” cümlesi çalışmıyor. Halbuki adam inançsız da demiyorum, inançlı. Ama zamane seküler dünyanın inancı böyle bir şey. İnanıyor ama inanmıyor. İnanıyor, “bende Allah korkusu var o yüzden benim iktidarımdan bir kötülük gelmez”e inanıyor. Ama aslında Allah korkusu yok. Antikapitalist Müslümanların sağlam durduğu yer orası. Onlar farkındalar Allah korkusunun böyle bir şey olmadığının. Farkında oldukları için zaten hep bunun üstüne oynuyorlar: “Siz Allah’tan korkmuyorsunuz”. Tasavvufçu bir gözle bakacak olursak çok haklılar. AKP’nin aslında iktidara geldiğinden beri yaptığı hiçbir şey Allah korkusuyla açıklanmaz. Yok o korku. Belki Bülent Arınç’ta biraz var. Çünkü öyle biri, kişiliği öyle. Ama bir yandan da değil. Onu da görüyorsun ikircikli. Bir gün kalkıp “ya bu palalı adam nasıl serbest bırakılır” diyor, Allah korkusu var çünkü. Hakikaten ama bu demek değil ki yarın hükümetin başında ciddi bir tehdit gördüğünde çıkıp şu ana kadar ki bütün tasarrufları da savunmayacak. Onu da yapacak. O da böyle bir gidiyor bir geliyor. “Antikapitalist Müslümanlar bunlarla kavga ederken haklılar”ı o yüzden biraz ayırdım diğer Gezi’den. Onlar inançlılar çünkü.

M: Bir de LGBT bu manada inançlı sayılabilir.

B: Tabii canım. En doğru sloganlarla onlar çıkıyor. “Öldürmeyeceğiz, ölmeyeceğiz, kimsenin askeri olmayacağız.” Aslında LGBT kaynaklı bir çıkış o. Ben Pride’da “Freddie Mercury’nin askerleriyiz” pankartının arkasından yürüdüm. Çok güzel bir film vardı The Siege, şu sıra yeniden gösteriyorlar. Çeşitli TV çalışanları muhalefetlerini böyle filmler yayınlayarak gösteriyorlar. Evvelki gece gösterdiler. Seyrettin mi? Kuşatma. Denzel Washington, Bruce Willis. New York’ta bir takım Araplar otobüs bombalıyorlar. Sonra bir Broadway şovunu, işi büyüttükçe büyütüyorlar. FBI bunlarla başa çıkamıyor. Öyle bir yere doğru gidiyoruz aslında. Bu kadar silahlar çekilecek herkes birbirinin burnuna dayayacak gibi bir duruma değil ama bu tür nihai karşılaşmalarda daha inançlı olanlar kazanır. Sorun şu: Gezi’nin inancı nereye kadar gider. Yani böyle bir durumda “yok indirmiyorum silahları hadi bakalım yapabilecek misin”e gider mi, bence gitmez. Çünkü sen ancak o inanca sahipsen kan dökülmeden sorunu çözersin. Asla öyle bir pozisyona gelecek kadar cesur değiller demiyorum. Tam tersi müthiş bir cesaret var. Fakat sadece cesaretle, inanç eksiği ile o pozisyona gelirsen o silahlar patlar ve oradaki herkes ölür. Tanrı inancından bahsetmiyorum. Kendi savunduğun şeye duyulan inançtır ki orada kan dökülmesini engeller. Yani karşındaki “tamam indirin silahları” demek zorunda kalır. Bu inanç var mı?

M: Var mı?

B: Başka bir şey var. İnsanlar sokaklara dökülürler. Her biri kendi problemi için sokağa çıkar önce. Sonra bir arada bulundukları sürece bunlar ortak bir hedef yaratırlar kendilerine. Fakat devrimin o en şaşaalı günleri bittikten sonra evlerine dağılırlar. Ne yapsınlar? Mecbur dağılacaklar. Dağıldıkları andan itibaren de iş biter. Temsilcilerine kalır olay. Temsilcileri de zaten iktidar için birbirlerini yemeye başlarlar. Bu artık böyle değil. Belki de bizim y kuşağının; benim “ah ait olsam ne iyi olurdu ama şimdi belim sakat çıkıp onlarla barikata bile gidemiyorum” diye yakındığım kuşağın şansı burada. Evlerine dağılıyorlar ama evlerine dağılmıyorlar aslında. Hâlâ oradalar. Çünkü meydan sadece Gezi değil. Yani İnternet yeni çağın agorası haline geldi. Şimdi senin en başta sorduğun (röportaj başlamadan sormuştum M.S) yeni bir alt kültür mü oluşuyor sorusuna ben burada cevap veriyorum hayır bu bir alt kültür değil; bu kültürün kendisi.

M: Toplumun kültürü haline mi geliyor?

B: Geliyor, adım adım. Alt değil bu.

M: O zaman egemen kültürü de mi kapsayacak?

B: Kapsamak zorunda. Çünkü AKP yardakçıları ve tetikçileri de artık Twitter üzerinden tartışıyorlar. Ben Twitter’ın ve Facebook’un son dönemindeki macerada şunu gördüm. Orada tartışıyorlar, orada kavga ediyorlar, orada kafa göz yarıyorlar. Meşhur Yeşilköy karşılaması ve Ankara İstanbul mitinglerinde toplanan kalabalığın önemli bir kısmı Facebook’çu Twitter’cı falan değil. Bilgisayar göstersen bomba diye karakola götürürler. Bunlar zaten AKP’nin ümidi olan kitle değil. AKP bunlardan oy alabilir ama bunlarla toplumu yönetemez. “Tayyip’in g.tünün kılı olayım” diyen teyzeden oy alır. Psikotikler oy veremez diye bir şey yok memleketimizde, dolayısıyla oy da veriyordur. Ama ondan aldığı oyla ülke yönetilmez. Ülkeyi yönetmek için muhtaç olduğu asil kan gene sosyal medya başında. Dolayısıyla artık alt kültürden bahsetmek mümkün değil burada. Kültür bu.

M: Bu durumda hali hazırda devrim bu. Belirli koşullar altında yeterince şey devrilmiş demektir.

B: Bir devrim mutlaka. Önümüzdeki 10 sene içinde bunun bir devrim olduğunu mutlaka göreceğiz. Fakat o devrim işi bitiren bir devrim değil.

***

M: İşi bitiren bir devrim diye bir şey var mı bu hayatta zaten?

B: Tabii ki yok. Sen benim “son sayı, son devrim yoktur” (Yevgeni Zamyatin) cümlesini duvarımda asılı tuttuğumu bilen bir adamsın. Ama şöyle diyeyim. İşi bitiren derken şu anda Türkiye ve yakın çevresinde (yakın çevresi derken Ortadoğu’yu da, şu an krizde olan Avrupa’yı da kastediyorum ama İngiltere’yi falan dışında bırakıyorum. O birazcık ince analize giriyor) yaşanmakta olan neoliberal krizin son noktasını koyacak olan devrim bu değil. Bu devrim o krize çözüm olan yolu aramamıza neden olacak devrim. Çünkü neoliberal kapitalizmin getirdiği krize klasik yollarla yani Paris sokaklarında kaldırım taşlarını sökerek çözüm olmadığını fark ettik. Beni kıllandıran şeyler bir ara Dolmabahçe’deki başbakanlık çalışma ofisini basmak için duyulan o şehvet. Bassanız ne olacak? Orada değil olay. Benim kanım donmuştu o zaman. “Yine eski kafayla düşünüyorlar. Orada değil.” diye. Birincisi yapamazsınız. Bana hemen sandalla belinde tabanca 4-5 arkadaşıyla Çırağan Sarayı’nı basma olayını hatırlattı. Hesapta darbe yapacaklar. O 19. yy. Sonra da vazgeçildi. Tabii millet de farkında bunun.

M: Bunlar şimdi mahalli minik minik senatolarla çalışmıyorlar mı bu forumlarla falan? Böyle bir denetleme mekanizması olarak oturtmaya çalışmıyorlar mı devirmeye çalışmaktan çok?

B: Ben mahallemin dışındaki foruma gitmedim. Mahallemdekine de denk düşürüp gidemedim bir türlü. Bu forumlar iyi. Fakat farkındaysan katılım azalıyor. Tabii ki hava sıcak insanlar tatile gidiyor. İnsan bunlar yani tabii ki bunlar olacak. O forumların birden katılımlarını artarak bir vatandaş hareketine dönüşmesini beklersek hayal görmüş oluruz. Bu insanlar tek tek profesyonel devrimcilere dönüşmediler birdenbire.

M: Ama misal özgürlük parkında basbayağı bir kaykay festivali düzenlediler ve ben oradaydım. Mahalle şu kadarcık forum ömründe mahalle olarak hakiki bir festival düzenledi.

B: Kuşak olarak bu işe bağlanamama nedenlerimden biri de o. Ben kaykay görünce korkan bir insanım.

M: Aklına gelmez zaten ne festivali düzenleyelim deseler…

B: Bunlar alt kültür parçacıkları. Senin söylediklerinden meseleye oradan baktığını fark ediyorum. Ama beni daha çok ilgilendiren kültürün kendisi değişti. Ve o bir alt kültür değil.

M: Bunun senin için en büyük göstergesi de, anladığım kadarıyla, bu adamların faaliyet alanlarını terk etmemeleri. Direnişi hayatlarının bir parçası haline getirmeleri. Bir fasilite olarak yapmamaları, onu yaşamaları.

B: Aynen. ‘70’lerle kıyaslayalım. ‘70’ler benim de aktivist olduğum yıllar. Boğaziçi’nde olduğum için biraz şakacıktan aktivist oldum, ama olsun. İstanbul ne yapardı? Forum yapardık, yürüyüşe giderdik, cenazeye giderdik. Sonra da evlerimize ya da yurtlarımıza dağılırdık. Bizim bir özel hayatımız vardı. Bir de kamusal alandaki hayatımız vardı. İkisi birbirinden tamamen ayrılmıştı. Burada değişen bu.

M: Sizin için öyleydi. Ama misal Devrimci Yolcular için öyle değildi.

B: İstisnalar mesela Fatsa gibi yerler. Şimdi Devrimci Yol’un kafasında bunun olmadığını söylemek yanlış. Birilerinin kafasında bu vardı. Kurtarılmış bölge vs. derken onların hissettikleri buydu çünkü. Fatsa bir tür kurtarılmış bölgeydi. Fatsa için evet. Politik olarak yapılanlarla gündelik hayat birbirinden ayrılmıyordu artık. Zaman zaman Kürdistan’da da böyle şeyler oldu. Ama ‘90’larda böyle bir şey kalmadı zaten. Öyle bir kaynaşmanın olduğu her yere özel tim girdi. Büyük şehirlerde bu ikisinin arasında bir fark vardı. Açıkçası bu ikisinin birbirine karışmasını da kimse istemiyordu.

M: Burada yığınlar dediğin gibi davranıyor. O yüzden belki Boğaziçi daha iyi örnek. Örgütsüz kalabalıklar aktiviteyi hayatlarının bir parçası haline getirdi.

B: Ben tam tersine Boğaziçi’ni iyi örnek diye vereceğim. Boğaziçi’nde faşist yoktu olmayınca da her gün kavga yoktu. Her gün kavga olmayınca insanların toplanmak için nedeni yoktu. Dışarıda biri öldürüldüğünde biz forum toplar boykot yapardık.

M: Belki bunun için çok benziyor.

B: Ne yapardı Boğaziçi’nde insanlar? Herkes inceden inceye en büyük problemin aslında kapitalizmin getirdiği o aşılmaz özel hayat/ kamusal hayat duvarı olduğunu çok iyi sezmişti. Bu cümleyi böyle kurmazdık. ‘70’lerde biz hayalini bile kurmazdık. Ama çok iyi sezdiği için bu duvarı yıkmak için uğraşırdık. O yüzden Boğaziçi’nde kulüpler diye bir şey vardı. Ben tiyatro kulübündeydim, biz sabahlara kadar beraber dekor çakardık. Arkasından prova yapardık. Oturup Arthuro Ui’nin Engellenebilir Yükselişi’ni mi oynuyoruz, faşizm nedir, nazizim nedir üzerine çalışma grupları kurardık. Dekor yapanlar, bilet satanlar, oyun yönetenler, oyuncular hepsi bir araya gelip faşizm çalışırlardı. Sonra hep beraber dekor çakılırdı. Ertesi sabah saat 12’de kimsenin dersi yoktu, bir araya gelinir oyunun provası yapılırdı. Özel hayat denilen şeyi kaldırmaya başlamıştık orada biz. “Dokunulmaz özel hayat” denilen şeyi. Bilerek mi ya da teorimiz olduğu için mi? Asla değil. Şimdi bakıyorum, çok benzer bir şey var. Üstelik bir üniversitede görece entelektüel bir takım insanların yaptığı bir şey olarak değil. Gay Pride’da bunu çok net gözledim. Gezi zaten bunun kanıtıydı. Ama Gezi dağılmıştı artık. 14 Haziran geçmişti, Gezi polisler tarafından işgal altındaydı Pride’a katıldım, tünele kadar gittik eyvallah. Tünele gelindi, bitti hocam. Bu yürüyüşler böyledir bir yerde toplanırsın slogan atarsın hatta diğer yürüyüşlere göre daha insanca bir şeydir. Daha uyumlu bir şeydir. İnsanlar kendi kıyafetleriyle gelirler. Translar bize bir şey göstermeye çalışırlar. Ama bunu oturup “arkadaş transfobi kötü bir şeydir” diye konuşarak yapmazlar. Kıyafetleriyle yaparlar. Abartırlar, tuhaf sloganlar atılır. Oyunlar oynanır… Eee, bitti. Tünelde kimse gitmiyor. Herkes oturdu oralara gitmek istemiyorlar. Çünkü gidecek bir yerleri yok. Orada mutlular. O yüzden kışın gelmesinden korkuyorum ben. Ben sadece İnternet geldi dijital devrim, bir şeyler değişti demekle de yetinemiyorum. 5-6 sene geriye git. Oraya giderlerdi, ondan sonra evlerine bilgisayarlarının başına koşarlardı. Şimdi ona da gerek yok. Ellerinde taşıyorlar. Ben cep telefonunu zor almıştım. Bu 3G’ler çıkalı beri son derece aşağılayarak “hayatta almam öyle bir şey bak ne güzel benim telefonum” diyordum. Gezi olayları sırasında karı-koca ikna olduk. Lazım. Alacaksın. Sokaktayken de bağlı olmalısın ağa.

M: İnsanlara yardım edebilmek için ve yardım görebilmek için gerekliydi.

B: Ben ne yaptım? Çok fazla çatışmalar sırasında sokakta olamadım. Korkuyorum çünkü, ihtiyarım, belim sakat. Oturup doğrulama merkezi gibi çalıştım. Bir haber geliyor, ona soruyorum, buna soruyorum “bu provokasyon mu, bu haberin doğruluğu nedir” diye sonra atıyorum onları falan.

M: O kadar çok insan bunu yaptı ki, hele yurt dışındakiler. Ve o kadar çok işe yaradı ki bunlar. İsveç’te galiba, Bawerito (Bawer Çakır) var misal. Sürekli senin yaptığını tanerelerden yapıyordu. Ona alandan bilgi soranlar gördüm. Herif Beşiktaş Abbasağa’nın orada, Beşiktaş Köyiçi nasıl diye İsveç’e soruyor. Ve düzgün bir cevap alıyor işin komiği. (Edit: Sonradan ortak arkadaşımız vasıtasıyla ulaştık ve öğrendik ki İsveç’i bütünüyle uydurmuşum. Olay yeri Barcelona. Metin.)

B: Bu artık işi bitirdi. Hem sokakta hem bağlantılı olabiliyorsun. Dolayısıyla sokaktan içeri girmek de istemiyor insanlar. Bu kültür beni aşan bir kültür. Alt kültür değil. Alt kültür olsa rahat ederdim. O bir alt kültür ve ben onun parçası değilim, derdim. Tam tersine rahatsız ediyor bu beni. Bu bir kültür ve ben o kültüre bağlanamıyorum. Çünkü sokaktaki yerimi dolduramıyorum. Yaşlıyım ve çok basit fiziksel nedenlerle dolduramıyorum.

M: Peki bu gençlerin evle arası kapandı Gezi’de. Bizim memlekette âdettir, anne biraz işbirlikçidir. Ama anneyle baba çocuğuna tırnak içinde kötü bir şey kondurmaz. Yani onun kızı bakiredir, oğlu içiyorsa da sosyal içicidir, kafa çekmez. Asla gay olamaz, hep komşunun çocuğudur o, sağla solla sevişen esrar içen bilmem ne yapan. Ve bunu bu ülkenin gençleri benim ait olduğum kuşak ve önceleri de dahil olmak üzere annesinden babasından gizli yapmıştır. Dışarıda heavy metalci, evde TV başında ailesiyle dizi seyrediyor. Şimdikiler bu Gezi’yle birlikte görünür oldu sanki? Belki zaten bunlar bizim kuşak kadar saklamıyordu belki. Bunlar artık sigaralarını evde içmeye başlamış olabilirler. Hatta belki bakire olmadıklarını yahut gay oldukları gibi sıradan gerçekleri…

B: Bunu saplayan da bir alt kültür, LGBT kültürü. Çünkü LGBT zaten başlamıştı. Bu meşhur ilk Amerika’daki ve İngiltere’deki onur yürüyüşlerini düşün. En temel slogan neydi? “My son is gay and it’s ok/ Oğlum eşcinsel ve bence hiçbir sakıncası yok”. Türkçede bu sloganı atamazsın kafiyesi yok bilmem ne ama İngilizcesi kafiyeliydi ve ilk atılan sloganla anneleri babaları kattılardı onur yürüyüşlerine. Türkiye’de de öyle oldu. Ve ilk defa aileden gelecek şiddetli tepkiyi de göze alarak “gay’im, trans’ım anne” onunla başladı. Onların izinden yürüyor bu kuşak. Benim anne baba ölmüş olduğu için ya da bana açılacak bir çocuğum olmadığı için ben iki taraftan da bakamıyorum meseleye. Dışarıdan bakabiliyorum sadece. Ama anne ben komünistim, yok yani ev içinde kavga edilirdi kavga ederdik; annem CHP’liydi filan. Kavga ederdik. Klasik şey, “sen büyü adam ol önemli yerlere gel o zaman bu fikirlerini şey yaparsın evladım”. “Büyüyüp adam olunca o fikir mi kalır geri” gibi şeyleri tartışmak durumundaydık. Benim kuşağım öyleydi. Şimdi anne sokağa çıkıp oğlunun komünistliğini ya da gayliğini ya da Beşiktaşlılığını savunmak zorunda.

M: Bir de evde Gavisconlu su hazırlıyor veriyor falan.

B: Benim bu konudaki anım, annem belediye doktoruydu. Ne kadar farklı olduğunu göstermek için 1979 filan olması lazım, polis bir TİKKO evini bastı. Zeytinburnu falandı sanırım. Annem de Bakırköy Belediye doktoru o sırada. Bunları çağırdılar ölüm nedenini belirlesin ve defin ruhsatnamesi versin diye. Annem oraya gittiğinde çocukları ölü fakat vücutlarında ki kurşunları çıkarılmış olarak buluyor. Tereddüt ediyor, çünkü müdahale var. Birileri çıkarmış kurşunları. Ondan sonra “savcı, doktor hanım verin raporu” filan yapıyor ve bu da veriyor. Geldi eve çok gerilmiş olarak. Bunu anlattı. Ben “derhal bunu gazeteye açıklıyorsun” dedim. “Yapamam, işten atılırım” dedi. “Atılacaksın o zaman” dedim: “Ben komünistim tahammülüm yok böyle bir şeye”. Korkunç bir kavga oldu evde. Ne oldu, annem kalp krizi geçirdi o tartışmanın sonunda. Annem 4 sene sonra kalpten öldü. Ben de hâlâ “ulan ilk krizini benim yüzümden geçirmişti” diye vicdanımda taşırım onu. Ne oldu sonuçta, açıklatamadım ona. Hem de üstelik ne duygu sömürüleri yaptım, “Ben olabilirdim orada anne” filan gibi Türk filmi cümleleri bile kurdum.

M: Şimdi sokaklar o kadar sert de değil her durumda…

B: Bir de şöyle bir şey var. Dezavantajlar avantaj oluyor. Kapitalizmin kara kaderi bu değil midir? Marx’ın da söylediği başka bir şey yok. Hâlâ da Marx eleştirilir ben ona gülerim. Kapitalizmin kara bir kaderi var. Kendisini büyütmek için yaptığı her şey mezar kazıcısına dönüşmek zorunda. Mesela kapitalizmi eleştirdiğimiz noktalardan biri nedir? Çocukluk dediğimiz süreci uzattıkça uzatması. Benim yaşam sürem içinde olduğunu bile gördüm. Sadece Marksist bir eleştiri değil Freud’cu bir eleştiri aynı zamanda. Eskiden çocuk dediğin ergenlikte biterdi. 19. yüzyılın sonunda. 20. yüzyıla geldiğimizde 20li yaşlara taşındı. 70’lerde ben 18 yaşında evden ayrılmıştım.

Devamı gelecek…