Ben bir ceviz ağacıyım Gezi Parkı’nda. Evet, sen bunun farkındasın ama polis değil…
Başta söylediğim gibi ben uğruna milyonların sokaklara döküldüğü o ağaçlardan biriyim ve bunu her düşündüğümde üzülüyorum, duygulanıyorum ve seviniyorum yani anlayacağınız gibi garip bir duygu işte. Neyse konuya gelelim.
Güzel bir bahar sabahıydı. Kuş cıvıltıları ile uyanmayı bekliyordum; ancak o sabah duyduğum şey, kocaman iş makinelerinin sesiydi. Onların önünde ise onları engelleyen bir adam vardı. Yaşlı ağaçlar onun bir milletvekili olduğunu söylediler. İş makineleri çalışmayı durdurdu.
İkinci gün ise bu olayların olduğu yerde yine o milletvekili ve on beş yirmi tane genç vardı. Çadır kurdular ve bizim şaşkın, olaydan hiçbir şey anlamamış bakışlarımız arasında parkta yaşamaya başladılar. Biz olaydan bir şey anlamaya başladığımızda üçüncü günün öğleni olmuştu.
Siyah beyaz formalarla bir grup genç daha geldi ve her tarafa pankartlar astılar. Pankartların bazılarının üstünde “TAYYİP İSTİFA” bazılarının üstünde “Ç@RŞI” yazıyordu. Meğer bu ülkenin düşüncesiz başbakanı bizim parkımızı yıkıp yerine bir AVM yapmayı planlıyormuş.
Dördüncü gün ise Taksim Meydanı yürünemez hale gelmişti. Meydandaki bir milyon belki daha fazla kişi slogan atıyordu ve bizi korumaya çalışıyordu.
Parkın içi de çadırlarla dolup taşmıştı ki hayatımda gördüğüm en büyük araçlar İstiklal Caddesi’ne yerleştiler. Yanlarında ise maskeli kasklı, gözüme pek sıcakkanlı gözükmeyen adamlar vardı ve her yere insanların kaçmasına sebep olan biber gazından sıktılar. Sıktılar dediğime bakmayın silahların içine kapsüller yerleştirip onları insanların üzerine atıyorlardı ve kapsüller açılıyor içinden gaz çıkıyordu. Bu kapsüllerden siz deyin yüz bin, ben diyeyim bir milyon tane attılar. Bu görüntü çok kötüydü ama yine en kötüsü kapsüllerin isabet ettiği insanlardı. Bazıları hastanelere düştü, bazıları gözlerini kaybetti. Sonra bu “polisler(!)” utanmadan kaçan insanların arkalarından koştular ve onlara sopalarla(coplarla) vurdular ve birini döverek öldürdüler.
Dördüncü gün başbakan bu, bizi korumak adına eylem yapan insanlara “ayyaş” ve “çapulcu” dedi. Onlar ise bu ismi benimsediler. Çevik kuvvet halkın parkın içine girmesine izin verdiğinde onlar bizim içinde bulunduğumuz parkı adeta bayram yerine çevirdiler. Parkımızın içinde artık, yüzlerce çadır, çapulcu kütüphanesi, çapulcu kahvesi gibi şeyler vardı.
Altıncı gün bütün Türkiye’nin bizi düşünerek sokaklara döküldüğünü duydum. İzmir’de, Ankara’da ve daha bir sürü yerde insanlar sokaklara dökülmüş. İşte o zaman şu meşhur slogan çıktı ortaya:
“HER YER TAKSİM, HER YER DİRENİŞ”
Türkiye’de hayatlarında birleşmeyen (birleşmeyi de düşünmeyen) taraftar grupları bile birleştiler. Düşünsenize Fenerbahçeliler, Galatasaraylılar ve Ç@RŞI. Herkes bizi koruyordu. Taksim’e gelemeyenler saat dokuzda camlara çıkıp tencere tava çalıyorlardı.
İkinci haftadaki acı görüntülerden dolayı yaklaşık iki akşam uyuyamadım. Sıktıkları suyun içine asit eklediler ve çadırları yaktılar. Tabii bu, eylemi durdurmak yerine daha da ateşlendirdi. Meydanda daha fazla kişi toplanmaya başladı. ”Polisler(!)” de bunun üzerine daha fazla su ve gaz sıktılar ve daha fazla dayak attılar. Bu polisin masraflarını da bizi koruyan insanların kendileri “vergi” şeklinde ödemeye zorlanıyordu. Tekrar tekrar müdahale oldu ancak halk durmadı, direndi. Direniş durdurulamadı ve sonunda amaca ulaşıldı. Bizi korudular ancak bunun bedeli büyük oldu.
O sahneler hala aklımda. Bir sürü kişiyi öldürdüler çok fazla kişiyi yaraladılar ve bir sürü kişiyi gözaltına aldılar.
Halk olmasaydı şu anda gölgemde oturan insanlar bu kadar mutlu olamayacaktı. Ben ise bunu yazmamış olacaktım. İnsanlar bizi kurtarmak için hayatlarını feda ettiler. Ben her zaman bunun mutluluğunu duyacağım.
Teşekkürler…