Bu köşeyi hazırlamaya başladığımda nasıl da mutluydum, sevgili Rıfat Ilgaz‘ın unutulmaz eseri Bacaksız serisinden esinlenerek Bacaksız’ın Kitaplığı’nı kurmaya başlıyordum. Ama dönüp bakıyorum, önceki her yazıda bir sitem, bir öfke, bir keder gizli. Nasıl olmasın? Memleket geçmek bilmeyen bir tedirginliğin gölgesinde nicedir… Oysa öylesine güzeldir ki hele ki baharsa, erguvanlar açmışsa! Umutsuzluk değil bunun adı. Sadece korku. Daha fazla ne olabileceğini kestirememe korkusu… Oysa biz küçücükken kafamıza soktukları şey o korkuların üzerine gitmekti değil mi?

Bazı günler daha da zor geçiyor. “Tıp bu kadar gelişti yüz nakli yapılıyor. Emniyette suçluların kanını alıp gen haritası çıkarsınlar. Çocuk doğduktan sonra analizi yapılsın. Vatana, millete, bu ülkeye zararlıysa yürümeden yok edilsin” diyen bir okul müdürüyle “her kürtaj bir Uludere’dir” diyen bir başbakanın aynı yoldan gittikleri gerçeğini biliyor olmamız gibi acıtıyor bazı gerçekler.

Büyüklerin söyledikleri ve yaptıkları çelişiyor çoğu zaman, daha da büyükler ise saçmalıyor çoğunlukla. O yüzden bütün çocuklar masum ya… Peki ya, onların masumiyetlerini, cesaretlerini nasıl koruyacağız? Puşi takma, hapsi boylarsın mı diyeceğiz? Yoksa katliam yaparken düşünmediği, hesabını sormadığı canları, annesinin bedenine hükmederken düşünüyormuş gibi yapanları bir çeşit karanlık güç ya da öcüler olarak mı açıklayacağız? Peki ya çevresini sadece hayat bilgisi kitaplarında verilen ödevlerin olduğu günlerde ve ölçüde sevip, korumasını aksi takdirde öğretmen Metin Lokumcu gibi biber gazının O’nu da öldürebileceğini mi anlatacağız. İçimden aramızda çocuk yiyen bir canavar var, çocukları yemek için istiyor diye haykırmak geliyor.  Öyle ya, canavarlar mitolojiyi de sevmez.  Ve elbette sadece erkeklerin kahraman olma hakkı olduğu bir dünyada Jeanne d’Arc yakılmalıydı değil mi?

Oysa dünya böyle bir yer olmayı hak etmiyor, tıpkı bu köşenin de hak etmediği gibi. Onları korumanın en iyi yollarından biri, hayal güçlerini açığa çıkarmak. Hayal kurmak güzeldir, emin olun gördükleri güzelliği tüm dünyaya anlatmak isteyeceklerdir.

Okuyalım, çocuklarla birlikte daha çok okuyalım, daha da çok! Buna her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olacak sanırım.

Ve işte bu haftaki konuğumuzla tanışma vakti; Memo.

“Memo ve Ay…”

Sıkı durun çünkü yine tastamam harika bir kitap var elimde. Bacaksız’dan önce ve hatta sonra siz de defalarca okumak isteyeceksiniz Memo ve Ay’ı. Aslen 3-7 yaş arasına hitap ediyor ama bence bütün çocukların ve çocuk kitabı severlerin okuması gereken bir kitap. Alice Briere Haquet tarafından yazılmış. Yaşı kadar kendisi de ufacık tefecik bir oğlancık olan Memo’nun kocaman ama incecik ve zarif annesine ona layık  hediye aramasıyla başlıyor hikâyemiz. Memo’nun gözünde parlayan, onun ufacık bedenine sığamayacak kadar büyük olan yüreğinden taşan bir sevgi öyküsü bu. Memo annesine, tıpkı onun kadar eşsiz bir hediyeyi yerde ararken gökte buluyor. “Değil mi ki herkesin annesi bir tane, gökteki Ay tam ona göre bir hediye!” Evet ama bir sorun var, Memo’nun boyu Ay’ı alabilecek kadar uzun değil ki? Önce babasından yardım isteyen Memo, onun omuzlarına çıktığı halde boyu Ay’a yetişmeyince kuzenlerinden yardım istiyor. Eğer Memo ve babasına gökyüzündeki Ay’ı almaları için yardım ederlerse onlara da Ay’dan birer parça vereceğine dair söz veriyor. Ama olmuyor, Memo’nun boyu bir türlü Ay’a erişemiyor. Daha fazla insan lazım! Komşular ve hatta yoldan geçen hiç tanımadığı insanlardan bile yardım istiyor Memo. Herkesin sırtına çıktığında gözü aşağıdaki kalabalığa takılıyor. Memo korkuyor, benim gibi. Sonunda ne olacağını bilememekten, herkese Ay’dan birer parça verirse annesine kalmamasından korkuyor. Kızgınlık ve öfkeye aşağıya iniyor Memo. Bunun başka bir çözümü olmalı diye kendini yollara vurarak uzun bir merdiven arayışına giriyor. Tam bir ay boyunca yürüyüp dünyayı dolaşıyor bizim ufaklık ama bir merdiven bulamıyor. Yorgun argın evine geri dönen Memo, herkesin onu beklediği görünce çok seviniyor ve hırslarını, korkularını bir kenara bırakarak tırmanmaya başlıyor, denemeye değer bir yolu var çünkü. Hem dünyayı dolaştığı yolculuğu sırasında boyu da bir parmak uzayınca Ay’ı uzanabileceğine dair daha da umutlanıyor ve Ay’ın herkese yetecek kadar büyük olduğunu hatırlıyor Memo.

Ne dersiniz sizce Memo Ay’a ulaşabilmiş midir?

Bu harika öyküyü Fransızcadan dilimize çeviren, yazının ahengini ve şiirseliği bozmayarak orijinal dilinde okuyormuşuz hissini yaratan isim, Sumru Ağıryürüyen. Sesiyle, yorumuyla, müziğiyle kendine hayran bırakan bu kadın bence bu işi de daha sık yapmalı!

Kitabın bir başka özelliği de her bir sayfasını çerçeveletip evinize asmak isteyeceğiniz resimleri. Célia Chauffrey tarafından yapılan çizimler bir sanat galerisinden fırlamış gibi. Çoğu zaman hikâyemi resimden, resim mi hikâyeden diye düşünmeden edemedim açıkçası. Her şey kocaman, kendinizi Memo kadar ufak tefek hissediyorsunuz. Sonra renkler, karakterler, küçük ayrıntılar büyüleyici! Memo’nun rengârenk yastıkların üzerine çıkarak penceresinden Ay’ı seyrettiği sayfadan uzun süre gözümü ayıramadım ve Memo’yla birlikte Ay’ıseyrettim. Dünya’yı dolaştığı sayfayı anlatmak ise başlı başına bir yazı konusu olabilir.

Mavibulut yayınları tarafından basılan kitap, 23.5×30.5, Ciltli Kapak ve kuşe kağıda baskılı. Toplamda 32 sayfa, ama keşke daha uzun olsaydı diyorsunuz. Kipitap’ta indirimli fiyatı 14.17 TL. Bu da linki.

Kitaplardan korkanlara inat kitaplarıyla korkutacak nesiller yetişsin, umarım!

Haftaya görüşmek üzere!