Kesintili gazetecilik hayatımda en zor ulaştığım insanlardan birisi Hülya Sonugür oldu. Hani herkes tanır, kimse bilmez… O hesap.

7 ay önce doktorluğu bırakmış, hakkında efsaneden geçilmeyen ama CV’sine bile ulaşılamayan birisi Sonugür…

Hastalarıyla saatlerce konuşuyormuş, aşıya yaklaşımı çok farklıymış, pek ilaç yazmıyormuş. Et / süt / balık / ekmek / şeker sevmiyormuş. Anarşistmiş. En çok çiğ sebze öneriyormuş… Hakkında en çok duyduklarım temel olarak bunlardı.

Derken bir şekilde ev telefonuna ulaştım. Arayıp, Uzuncorap.com’u anlattım. Ve söyleşi yapmak istediğimi söyledim. Büyük bir nezaket içerisinde pek teknolojik bir insan olmadığını, söyleşi veremeyeceğini, ama buluşup konuşabileceğimizi söyledi.

Overteam ofisinin terasında boğaza karşı tam 4,5 saat sohbet ettik. Hemen hemen her şeyden bahsettik. Lakin konuşmanın ne bir gündemi vardı, ne de kayıt tutuldu, not alındı.

Dolayısıyla bu yazı, ancak aklımda kalanlardan ibaret olacak. Bir “Hülya Sonugür portresi” olmayacak bu korkarım. O kadar bilgi yok elimde. Keza aynı sebeplerle bir söyleşi de olamıyor.

Kendisinden izin alarak ancak bu izlenim yazısını yazabiliyorum.

Bu yazı iki temel işe yarayacak muhtemelen. Birincisi Hülya Sonugür’ü bilip kendisinden haber alamayanlara haber verecek.

Daha önemlisi duymayanlara bu efsaneyi tanıtmaya yarayacak. Çünkü tanımayanların çok fazla fırsatı da olmayacak. Hülya Sonugür yaklaşık olarak 7 ay önce sadece doktorluğu değil, külliyen tıbbı bıraktı. Yazı yazmayı da hiç mi hiç sevmeyen birisi olduğu ve söyleşi vermediği için arkasında çocuk tıbbına dair pek bir şey kalması çok da mümkün görünmüyor.

Tıbba, spora, okumaya ve yazmaya inanmıyor. Tabii ideal bir dünyada. Yoksa, konuşma boyunca bana 5-6 tane kitap önerdi.

Her türlü iktidara karşı. Ve insanın kendisini iktidardan temizlemesinin çok zor olduğunu söylüyor. “Ben bu kadar yıldır uğraşıyorum, hala kendi içimde iktidar kalıntıları buluyorum” diyor. Kendisini anarşist olarak tanımlıyor.

Kesintisiz ve bütünüyle doğal bir hayattan yana. Ama büyük şehir seviyor. Hiç öyle “Hadi gel köyümüze geri dönelim” nostaljisinde değil. İstanbul’da yaşamayı büyük bir şans olarak görüyor ve “İstanbul’da kaliteli vakit geçiremeyenleri asla anlayamıyorum” diyor.

Bu arada bütün bunları okuyup da marjinal birisiyle karşı karşıya olduğunuzu düşünmeyin. Onu marjda gösteren, ortalamanın vasatlığı. Ortalama bu kadar vasatken biraz orijinal fikirlere sahip olan birden kenarda kalabilir tabii. Buna marjinal olmak değil “kenarda bırakılmak” denir olsa olsa.

Tam tersi orijinal birisi Hülya Sonugür… Tıp’la husumeti var. Ama bundan önce uzun ve başarılı bir Tıp eğitimi almakla kalmamış, sonrasında, mesleğini yaptığı son güne kadar kendisini

Hülya Google’daki tek görsel, o da 1976 Robert College mezunlar yıllığından.

güncel tutmuş. Bir miktar “Düşmanını tanı” kapsamında değerlendirilebilir. Ama Amerikan Pediatri Akademisi’ninkiler başta olmak üzere konferansları ve literatürü takip etmiş.

Hülya Sonugür’ün çocuk gelişimine, sağlık ve beslenmeye dair fikirleri çok basit aslında. Her daim “Doğal olanı sakin olarak yapmak”tan bahsediyor. Ve milyonlarca yılda oluşmuş bu mekanizmaya güvenmemizi teşvik ediyor.

Hülya Sonugür, insan vücudunu çok sağlam bir binaya benzetiyor. Biz, beslenme ve yaşama alışkanlıklarımızla bu binayı mütemadiyen dinamitliyoruz. Modern tıp da bu dinamitlere karşı binanın yıkılmaması için kenarlardan destekler sağlamakla meşgul.

Dinamitlerin atılmaması durumunda tıbba gerek olmadığını düşünüyor.

Doğal olarak sordum: “Nedir bu dinamitler?” diye. Neredeyse bütün beslenme alışkanlıklarımızı değiştirmemiz gerektiği fikrinde.

Beslenme

Sohbet 4,5 saat olunca tabii yemek de yememiz gerekti. Sebze yemeği ile salata söyledik. Sonugür, (şaşırtmayarak) gelen ekmekleri yemeyeceğini söyledi. Ben de dışarıdan yemek söylerken özellikle bol ekmek söylediğimi, bunları da martılara verdiğimi söyledim. Ve onun ekmeklerini de martılara verdim.

Beyaz ekmek artık nasıl bir müsibetse çöpçü martılara dahi acıdı. “Çeri çöpü yediklerini biliyorum ama yine de insan eliyle zavallı martılara beyaz ekmek verilmesi üzücü” dedi.

Sadece beyaz ekmek değil. Ayçiçek yağı, soya yağı ve hele margarin herhangi bir kılıkta yanımızda bulunmaması gereken yağlar. Rafine olmadığı sürece en iyi yağ, zeytinyağı. Sonra tereyağı geliyor.

Karbonhidratlardan uzak durmak gerekiyor.

Et mümkün mertebe yenmemeli diyor. Balıktan daha da uzak durulması gerektiğini söylüyor. Hem metal biriktirmeleri, hem de allerjen olması sebebiyle.

Mümkün olduğu kadar çiğ sebze yemek, en güzel beslenme biçimi.

Şeker de tabii ki hayatımızdan çıkması gereken bir şey.

Meyveyi de abartmamak gerekiyor. Ondaki de şeker neticede. Çok şekerli meyvelerden hepten uzak durmak, muz yememek gerekiyor. TV karşısında çok meyve yemeyi marifet saymanın zararlı alışkanlıklarımızın başında geldiğini söylüyor.

Süpermarketlerden uzak durmak şart bir de. Gıdalar, raf ömürlerini uzatmak, “lezzetlendirmek” gibi niyetlerle eklenen katkı maddeleri sayesinde pek çok tehlikeyi içinde barındırıyor.

“Siz alışverişlerinizi nereden yapıyorsunuz?” diyorum. Büyük oranda Feriköy’deki organik pazara gittiğini söylüyor.

Buradan organik gıdaları desteklediği sonucunu çıkarmayın ama. Sonugür, gıdanın endüstrileşmesine yönelik her şeye karşı çıkmamız gerektiği fikrinde. Organik tarım vb. ile sektörleşmenin de “bir endüstriden diğerine” kapılmak anlamına geldiğini ve bu çapta ticaretlerin muhakkak sakıncalarını da beraberinde getirdiğini söylüyor. Bütünüyle aynı fikirdeyim.

Velhasıl temel olarak söylediği, mevsiminde, bol miktarda ve bölgeye ait sebze tüketmek, bunları da mümkün olduğu kadar çiğ tüketmek kendimize yapabileceğimiz en büyük iyilik.

İçecek olarak da elimizde su ve sodadan başka pek bir şey kalmıyor. Tabii ayrana ve kefire de bir itirazı yok. Hiç kuşkusuz doğal olmak koşuluyla süte de… Doğal yoğurdu anlamanın yolu da çok basit. Ya kendiniz mayalayacaksınız yahut ekşiyebilen bir yoğurt olacak. Öyle markette üzerinde “%100 doğal” yazan ve dolapta 3 ay bozulmadan duran yoğurtlarla olmayacak yani. Ben hemen AOÇ ürünlerini öneriyorum araya girip.

“Kimse çok fazla öğün yememeli” diyor. “Katı gıdaya geçmiş bebeklere de insanlara da günde en fazla 3 öğün yeterlidir. Ara öğünler de terk edilmelidir. Vücut bütün vaktini sindirime ayırmamalıdır” diyor.

Hastalık

Temel olarak hastalıklarla iyi geçinmemiz gerektiğini söylüyor Sonugür. Hastalıklar da sağlığın bir parçası ve sağlam yapımızı yeterince sağlam tutmayı beceriyorsak hastalık durumunda neredeyse hiç bir şey yapmaya gerek yok.

Mikroplardan korkmanın da zarar verdiğini söylüyor Sonugür. Hayatın parçası olan mikroplara çok uzak durursak karşılaşınca da çok örseleniyoruz tabii. Mikroplardan çok korkan hijyen delisi olmuş çocukların hastalıklardan daha fazla etkilenmesi kaçınılmaz: “Bırakın yalınayak gezsin çocuklar sokakta (Tabii buna uygun sokakta… batmasız paralanmasız).”

Bu haftasonu Maçka parkında “Ellerini havada tut kızım, hiç hijyen nedir bilmiyorsun” diye beş yaşında kızını fırçalayan anneyi görerek kulaklarını çınlattım Sonugür’ün.

Ağrıların, ateşin.. bunların hepsinin bir işe yaradığı kesin. Keza bizim de konfor uğruna bunlarla sürekli ve gereksiz bir husumet içinde olduğumuz da. Hülya Sonugür’ün anlattıklarından anladığım şu ki vücutla çok fazla tartışmamak gerekiyor.

Ateş misal. Sonugür diyor ki, çocuklarda 42 dereceye kadar hiç birşeycik olmaz. Ateşlenmek vücudun kendisini iyi etmeye çalışması anlamına geliyor. Bu ateşi cebren düşürürsek mücadeleyi de kesintiye uğratmış oluyoruz.

Ateş iki durumda düşürülmeli: a) Titreme olması.. ki bir havale başlangıcına tekabül ediyor olabilir. b) Uykunun bölünmesi.

Bu iki durumda da yapmamız gereken ılık duş ve çıplak tutmak. Ve tabii bol sıvı tüketmek.

Havale riskinin de yüksek ateşle çok alakalı olmadığını belirtelim. Çocuğun havale geçirebilmesi için ateşlenmesi değil ateşinin hızlı yükselmesi gerekiyor. Yani 36’dan hızla 38’e çıkınca da havale geçirebilir çocuk.

Bir başka önemli nokta da hasta çocuğa sürekli yemek yedirilmeye çalışılması. Bunun da hata olduğunu söylüyor Sonugür. Sebebi de çok basit: Bedenin enerjisini sindirime değil hastalıkla savaşmaya ayırması gerekiyor.

Allerjinin korkulmaması gereken bir şey olduğunu söylüyor. Allerjiyi “bir doğal filtre” olarak görürsek hakikaten hayatımız kolaylaşıyor. Müsibet’likten filtreliğe terfi az şey mi? Her neye allerjiksek, ondan uzak durarak kendimizi otomatikman o gıdadan gelecek zararlara karşı korumuş oluyoruz.

Sonugür, antibiyotiklerin büyük bölümünün boşuna kullanıldığını ve bunun da vücudumuza karşı kullandığımız tahrip gücü yüksek dinamitlerden olduğunu söyledi.

Uyku da çok önemli. Gece uykusunun deliksiz ve zamanında olması kritik. “Çocuklar, bebekler, yetişkinler gece beslenmeye alıştırılmamalı.” diyor Sonugür. Ona göre kaliteli bir uyku için hepimizin muhakkak gece saat 10’dan önce yatağa girmemiz gerekiyor. Büyüme hormonu da zaten 10 ile 12 arasında en çok salgılanıyor.

Tıp

Modern tıp, dün söylediğini bugün yalanlayarak ve ilaç şirketlerinin hunhar cenderesinde kıvrandırarak bize çektiriyor mu kurtarıyor mu epey tartışmalı.

Zaten, modern tıbbın tedavi etmeye çalıştığı hastalıkların çoğunu kendisinin yarattığı eskiden beri tartışılan bir durum. Tabii misak-ı milli sınırlarında değil. Zaten bizim ülkemizde genellikle tıp tartışmaları epey geriden yapılır. (En basitinden yıllardır ABD’de tartışılan kolesterol ilaçları meselesi, burada yeni yeni konuşulmaya başlandı. Milyarlarca USD’lık kolesterol ilaçlarının çok büyük bir bölümünün boşuna yazıldığı ve kullanana zarar verdiği artık neredeyse müsbet. Ama burada koskoca Kalp Vakfı bir margarin firmasıyla flörtünü abartıp onu tavsiye etmeye vardırabiliyor işi.)

Sonugür, sadece bu çirkinliklerden dolayı değil.. yaşadığımız hayatın modern tıbbı ona muhtaçmışız gibi göstermesinden dolayı da tıp “sevmiyor”.

Tıp fakültesini bir yandan da Ivan Illich (Türkçede şahane eserleri var merak edenlere) okuyarak bitirmiş bir entelektüel için bu görüşler elbette şaşırtıcı değil.

Bir yandan sağlıklı gebelikler kürtajla sonlandırılırken bir yandan da asla yaşayamayacak 600-700 gramlık bebekler zorla yaşatılıyor.. acayip değil mi?

Kimsenin çocuğunun yaşatılmasına bir itirazı yok elbette Sonugür’ün. Ama bu tuhaflığın total bedelini ağır ödediğimizi söylüyor. Zorla yaşatılan bebeklerin bağışıklık sisteminden itibaren bir dizi zayıflığa sahip olması kaçınılmaz elbette.

Ezcümle Sonugür diyor ki, biz binamıza iyi bakarsak yandan desteğe yani tıbba ihtiyacımız kalmaz.

Gelişim

“Herkes yerini bilecek” diyor Sonugür. “Annelerin babaların anne-babayız diye konumlarını abartmamaları gereklidir” diyor. Ama ekliyor: “Neticede son söz yetişkinindir. Çocuğa eşit davranmakla her dediğini yapmak arasında dağlar kadar fark var. Yetişkinler de kendi haklarını elbette korumalı.” diyor.

Onu ilgilendiren her türlü kararın çocuğa da sorulmasından yana. 1 yaşında bebeklerin dahi pek çok tercihlerini belli ettiklerini ve onlara da sorulması gerektiğini söylüyor. Ama bunu, “hayatı çocuğun yönetmesi haline getirmemelidir” demeyi de ihmal etmiyor.

Sonugür, Türkiye’de çocukların bağımsız olmayışını anne babaların isteklerine bağlıyor. “Hoşlarına gidiyor” diyor. “Çocuk yapmak genellikle sigorta olarak görülüyor. Bana bağlı olsun ki yaşlanınca bana baksın…”

“Hal böyle olunca kaçınılmaz olarak annesine babasına aşırı bağlı olduğu için bağımsız olamayan çocuklar yetişiyor burada” diyor.

Bir bebeğe kimin bakması doğrudur? diye soruyorum. “Kötüden iyiye doğru sıralarsak, büyükanne-büyükbaba / bakıcı / anne-baba diye gider” diyor. Ama ekliyor: “Anne baba kısmı dalgalı ama. Bazı anne babanın bakmasındansa kreşe gitmesi daha iyidir elbette…”

“Eskiden bakıcı bakacaksa 6 aylıkken muhakkak kreşe verilmelidir bebek derdim. Çünkü eskiden bebekler eve hapsolunurdu. Şimdi dışarı çıkabiliyorlar.” Bu yüzden artık kreşe daha geç de verilebileceklerini düşünüyor çocukların.

Çocuğun gelişiminde çocukla geçirilen zamanın kalitesine çok önem veriyor. Ama bu tabii oturup akşama kadar onunla oyun oynamak anlamına gelmiyor: “Ben mesela çocukla oyun oynamayı hiç sevmem. Neden seveyim ki?”

Çünkü çocukla geçirilen vakitte orta noktayı bulup onu mesai olmaktan çıkarıp iyi vakit geçirmek haline getirmek gerekiyor.

Sonuç yerine

Sonugür’de de son günlerde söyleşi yaptığım bütün uzmanlarda gördüğüm basit ve karmaşık durumu gördüm:

Basit çünkü, aslında yapacağımız şey basit: Gıdalarımızın üreticisine yakın olacağız. Marketlerden uzak duracağız. Mevsiminde ve yerel besleneceğiz. Hastalıklarımızla da, mikroplarla da barışacağız. Çocuğumuza “homini mini mi” pofuduk ayı muamelesi yapmayacağız. Adam yerine koyacağız. Kendimizi de şebek etmeyeceğiz tabii.. birlikte ve iyi yaşayacağız.

Zor çünkü, bu basit ve pek sıradan fikirler dahi marjinal kalmış durumda. Sıradan olması gereken kenarda kalınca ulaşması da zor oluyor tabii.

Not (edit): İpek Kaya hanımefendinin sorusu üzerine bu notu eklemeyi uygun gördüm. Hülya hanımın doktorluğu bırakma sebebi çok önceden aldığı bir karar. “Belirli bir yaşa gelince bırakacağım” diye bir karar almış, bırakmış. O yaşın bir de muayenehanelere çıkarılan zorluklara denk gelmesi de kolaylaştırmış bu işi.

Büyükbaba / büyükanne bakmasını fena görmesinin sebebi de fena geleneklere ve şımartmalara genel olarak açık olması. Bakıcının ise güvenli / işinin ehli olduğu var sayılıyor tabii ki.