“Çizgi film izlerken eline birden kağıt kalem alan oğlum kağıda heyecanla bir şeyler çizmeye başladı. ‘Ne çiziyorsun?’ diye sordum. ‘Duyduklarımı çiziyorum’ dedi.”
Eskiden çalıştığım bir otomobil dergisi için çocuklardaki otomobil algısı konulu bir haber hazırlamam istenmişti. Ben de soluğu rastgele seçtiğim bir anaokulunda almıştım. Önce 2-3 yaş grubundan çocukların olduğu bir sınıfa girdim.
“Sence araba nedir? Bir arabayla ne yapmak istersin?” gibi sorular sormaya başladım çocuklara. Uçan arabalardan süper arabalara uzanan gerçeküstü bir yelpazede, hepsi birbirinden farklı bir sürü cevap geldi çocuklardan. Cevabı çizerek anlatan da oldu, hoplayıp zıplayarak tarif eden de. Yetişkinlere yönelik dergi hazırlayan ben ise bu cevapları nasıl dile döksem diye kafa yorarken, bu kez 4 yaş ve üstü çocukların olduğu bir sınıfa girdim.
Ben ve fotoğrafçı arkadaşım sınıfa girer girmez öğretmenin bas bas bağırarak yaptığı uyarılarla bir anda sus pus oldu sınıf. Öyle ciddi bir hava oluştu ki içeride, zannedersin ki okul müfettişi gelmiş, tek bir yanlış da okulu kapatacak. 10 kadar çocuğun sessizce oturduğu sınıfta öğretmen beni bugün adını hatırlayamadığım bir kız çocuğunun yanına yönlendirdi. “Ona sorarak başlayın isterseniz” dedi. Bilmiş diyebileceğiniz cinsten bir kız çocuğu kafasını ve saçlarını sallaya sallaya konuşmaya başladı: “Arabayla arkadaşlarımı pikniğe götürmek isterim.” Ardından diğer çocuklara yöneldim. Tuhaf bir şekilde o kızdan sonraki bütün çocuklar tek tek aynı cevabı vermeye başladı. Soruları evirdim çevirim, değiştirdim piknikten öteye cevap alamadım. Öğretmen de durumdan rahatsız olmaya başlamış olsa gerek ki “Hepiniz aynı şeyleri söylemesenize çocuklar” deyiverdi. İşte o zaman birkaç farklı cevap koparabildim çocuklardan. Bu benim ilk anaokulu travmamdı.
Ben anaokuluna hiç gitmedim, çocukken evde sıkıldığımı hiç hatırlamıyorum. Zaten annem gün içinde bizi bolca sokağa ya da bahçeye salardı. Dönemin hemen tüm çocukları gibi ilk sosyalleşme deneyimlerimi apartman bahçelerinde ya da apartman altlarındaki boş dükkanlarda, konu komşunun çocuklarıyla oynarken yaşadım. Günler bir taşla, bir sopayla koca koca dünyalar yarattığımız, içimizdeki bitmek bilmez enerjiyi gürül gürül özgürce dışarı akıttığımız, bağıra çağıra, düşe kalka oynadığımız sonu gelmez oyunlarla geçiyordu. İlkokuldaki ilk senemi ise beni okula göndermemesi için annemi ikna etmekle geçirdiğimi hatırlıyorum. Muhtemelen ikinci senede okul gerçeğine boyun eğmek zorunda kalmıştım.
Er ya da geç her çocuk okul tornasına girmeye mahkum.
Bugün artık ne sokak var çocukların hayatında ne de komşu çocukları. Onun yerine oyun grupları, etkinlik merkezleri ve nihayetinde anaokulları var bolca. Anne babalar çocukları sosyalleşsin diye onları alıp bir yerlere götürmek ve karşılığında para ödemek zorunda. İşin içine para girince de çocukların götürüldüğü yerler, her ne kadar öyle görünmese ve öyle tanıtılmasa da, çocuk merkezli değil ebeveyn merkezli yerlere dönüşmüş durumda.
İşte bu yüzden anaokulları, serbest oyun oynamanın çocukların en temel ihtiyacı olduğu gerçeğine değer vermeyen, bunun yerine çocuğun orada geçirdiği her dakikayı aktiviteye boğarak illa ki ona bir şey öğretmeye çalışan; bahçesindeki mis gibi çimin üzerine yapay çim döşeyen ve böylece çocukları üstü başı kirlenmeden eve gönderebilen (kirli giysi = sinirli anne), kışın soğuk, yazın sıcak diyerek koca koca bahçelerine çocukları çıkartmayan (hasta ya da düşen çocuk= sinirli anne) ve onları saatlerce dört duvar arasına kapatan; bir çocuğun elinden değil de öğretmenin elinden çıktığı aşikar, kalıp şablonlar üzerine yapılmış el işi faaliyetleriyle çocukları evine yollayan yerler. Çocuklar öyle coşkulu ve içinde bulundukları anda öyle bir neşeyle yaşayabilen varlıklar ki şüphesiz bu anaokullarında eğleniyorlar ve güzel vakit geçiriyorlar. Ama bu ortamlarda fiziksel ve duygusal enerjilerini özgürce boşaltabildiklerine, müdahale edilmeden gönüllerince (ne zaman ve ne kadar isterlerse) yaratıcılıklarını ortaya koyabildiklerine inanmıyorum. Aksine tüm özgürlüğü ve yaratıcılığıyla o büyüleyici güzellikteki çocukluk hallerinin bu ortamlarda doğal süreçten çok daha erken yaşlarda törpülendiğini, gün be gün yok edildiğini ve eylemlerinin ana kaynağı olan iç seslerinin giderek kısıldığını düşünüyorum.
Oğlum 2 ay sonra 3 yaşına basacak. Çevremizde bu yaşta anaokuluna gitmeyen tek bir çocuk bile tanımıyorum. Bu anlamda bir mahalle baskısı yaşadığımı söyleyebilirim. Çocuğa bakıcının bakması kadar tuhaf bir şey nasıl normalleştiyse, çocukların erken yaşta anaokuluna gitmesi de o kadar normalleşmiş durumda. Çalışan anne olmanın ya da çocuk bakmaktan yorgun düşmüş çalışmayan anne olmanın büyük payı var elbet anaokulu yaşının 3 yaş olarak ilan edilmesinde. Çünkü çalışan anne çaresiz, çalışmayan anne ise gerçekten çok yalnız. Ben de o yalnız ve yorgun annelerden birisiyim.
Çocukluk insanoğlunun en şiirsel, en bilge, en yaratıcı ve çıplak hali… Gününüzü bir çocukla geçirdiğinizde bunu çok daha derinden hissediyorsunuz. Bir gün bu güzelliği kendi ellerimle okul tornasına teslim edecek olmaksa benim en büyük üzüntüm.
Bu yazı daha önce yazarımız Demet Sunar Caferzat’ın blogunda yayımlanmıştır.