İki buçuk yaş diye bir şey var. İki buçuk yaş, çoğu annenin kâbusudur aslında. Gerçekten, anlamlı anlamsız, her şeye “hayır” diyen çocuklarla bir yerden bir yere gitmek sosyalleşmek şöyle dursun, evde zaman geçirmek bile zordur.

Düşünün ki su içtikten sonra “ama benim ağzım kuru kalsaydı” diye ağlamaya başlayabiliyor bu yaş veletleri. Ne yapacağınızı şaşırıp, “tamam, tamam” diyor, öyle kenarda bekliyorsunuz. Bazen anneanne ve babaanneler meseleyi pek idrak edemeyip, “nasıl beceriyorsunuz bu çocuğu ağlatmayı?” diyorlar. Çocuğunuz, anneniz yetmezmiş gibi bir de çocuğunuz sebepsiz yere ağlarken size pis pis bakan insanlar… Herkes sizin sabrınızı sınıyor gibi.

Eeee, artık annesiniz sabır sizin ikinci adınız. Hatta ilk adınız bile olabilir.

Bu noktada yapılacak en iyi şey sizin de hissettiğiniz gibi çocuğunuzu emin ellere bırakıp sosyalleşmenizdir. Daha doğrusu kendinize dair bir şeylere daha fazla sarılmanızdır.

Bu yaşına kadar Çınar’dan ayrılmak daha zordu. Çocuk tam iki buçuk yaşına geldi ve bizim aurada sanırım bir sızıntı olmaya başladı. Ben kendimi daha özgür hissetmeye başladım. Bir buçuk yıldır devam ettiğim yüksek lisans programı dışında pek çalışma ve sosyalleşme alnını kendime hak görmezken, şimdi yavaş yavaş Çınar’dan önceki yaşamıma ama Çınar’la birlikte dönmeye başladım. Daha fazla yazı yazmaya, daha fazla kendimi dış dünyada var etmeye başladım. Çınar’ı da düşünerek, Çınar’dan ayrı şeyler yapmak… Bu, sosyalleşirken onu hiç yanıma almadığım anlamına gelmiyor. Elbette birlikte tiyatroya hemen her gün parka gidip yeni arkadaşlar ediniyoruz. En yakın arkadaşı ‘Ay’a gidiyoruz hem de kalmaya…

Geçen gün Çınar’dan 1 buçuk ay büyük bir kızı olan ve şimdi Jamaika’da kalan ablamla yazışırken aynı gün içinde aynı tuhaf duyguyu yaşadığımızı öğrendim. Hatta ona da “aramızda tuhaf bir telepati mi var?” diye sordum. O da bana “gayet tabii” cevabını verdi. Onun bu kendinden emin hali biraz beni tedirgin etmedi değil. Neyse meselenin özü şuydu. O sabah kalktığımda blogcu anneleri falan düşündüm. Onlar için, çocukları hayatlarıydı. Aynı zamanda işleri… Çocuklarıyla olan her şey aynı zamanda onların mutlaka kaleme almaları gereken ve hatta bundan ufak da olsa bir gelir (her zaman para olmak zorunda değil) sağlamaları anlamına gelmekteydi. Bunun hiçbir olumsuz tarafı yok (hatta ben de tez konuma karar verirken Çınar’ı ve geleceği düşünmedim değil). Hiçbir şey yapmadan sadece kendilerini çocuklarına adayan anneler. Bilmiyorum belki de benim annem tamamen kendisini bana adamadığı, hep başka bir hayatı olduğu için böyle düşünüyorumdur. Ama uzmanların da önemli bir kısmı benim gibi düşünüyor.

Örneğin, Psikolog Serap Duygulu, geçenlerde yazdığı bir yazıda anne figürünün öneminden bahsetmişti ve ‘kutsal annelik’ diye bir kavram olmadığını vurgulamıştı:

“Annesinin rol model olduğu ya da ilgi ve sevgisiyle kayıtsız şartsız desteklediği çocuklar kendi hedeflerini belirleyerek, o hedeflere ulaşma sorumluluğunu erken yaşta kazanırlar. Bir çocuk için silik, kendine güvensiz, kararsız ve amaçsız bir anne kadar ezici bir örnek olamaz. Lütfen önce kendiniz için bir şeyler yapın, çocuklarınızdan önce kendi hayatınızı değiştirip geliştirmeye çalışın.”

Ben bunları düşünerek dakikalarımı geçirdikten sonra bilgisayar başına oturdum ve ablamla yazışmaya başladık. O da benzer bir düşünceyle, blogunun adını değiştirmeye karar vermiş: yeğenim Serena’nın doğduğu zamanlarda, ‘Göçebe Annenin Günlüğü’ olarak başlattığı blogunun adını değiştirip, ‘Göçebe Günlük’ yapmaya tam da biraz önce anlattığım meselelerden dolayı karar vermiş.

Yeni bebek sahipleri ve bebekleri henüz birkaç aylık olan anneler için bir müjdem var. Herhalde 2,5 yaş bir dönüm noktası. Hele bir de 3 yaşa gelince ve ‘hayır’lar da azalınca hayat çok daha güzel olacak gibi.

Sistem bile bizi kendinden bağımsız bir şey olarak göremezken, insanlar çocuklarını kendilerinden bağımsız nasıl görsünler? Zor değil mi? Hayır değil. Çocuklarımız bizden bağımsız varlıklar ve onlar için en iyisi, onlardan bağımsız olduğumuzu göstermekten geçiyor. Bu da doğalında olunca güzel… Benim de bildiğim bir şey yok elbette. Sadece içgüdüler ve önsezilerim var.

Bu yazının şarkısı da ‘Benim Annem, Güzel Annem’ olsun!