Avrupa birliğine girmemizin önündeki major engellerden birisi sanırım bebekler. Türkiye’de bebekler haddinden fazla üşüyor. Burada sanırım herkes üşüyor. Havada da böyle bu durum. (THY, sıcaklığını en yüksek tutan havayoluymuş.)


İlyas, İstanbul Modern'de bu kadar memeyi bir arada görünce, bir miktar deliriyor. Lakin bu provokatif ortamda bile nezaketini yitirmiyor.

Üşüsünler, bana ne? Giyinirler geçer.

Bir bebek sahibi olana kadar bu problemin farkında bile değildim üstelik. Arada yoğurt gibi mayalanmış bebekleri görür üzülürdüm, o kadar.

Derken yavruladım. Çekecek çilem varmış.

Rutin halimi pahalı bir testle anlatayım.

İlyas Barcelona’da 5 aylık. Yaz sonu, akşamüstü. Beziyle çıkıyoruz sokağa. Çıplak yani. Sokaktakilerin tepkisi: “Ayol tam ısırmalık. Ne şirin. Pek hoş.”

İlyas İstanbul’da 5 aylık. Yaz sonu, akşamüstü. Hava İspanya ile ya aynı yahut daha sıcak. Tişort ve şortla çıkıyoruz sokağa. Sokaktakilerin tepkisi: “Üşür o üşür”.

Bizim aşağıda Yamalı var, evsiz. Şahane bir adamdır. Bildiğiniz evsiz ve alkoliktir. Çöpten topladıklarını Dolapdere bit pazarında satarak bir miktar para yüzü görür. Haysiyetli ve iyi kalplidir. Kışın sokakta yatan o bile dedi ki: “Üşür o üşür”. Yok deve.

Bu “üşür” lafı, bu memlekette noktalama işareti gibi bir şey. Hele bizim gibi yavrusunu yoğurt mayalar gibi sarmalayıp Sibirya koşullarına göre giydirmeyenler için hayat bir azap. Sürekli uyarılmaktan reflekslerimiz folofoş oldu.

Herkesin de haddidir yolda yürüyen adamı durdurup, bebeğini göstererek “üşür” demek. Sana ne? Kimsin sen? Tamam, niyet iyi ama.. had diye bir şey yok mu bu hayatta?

Bir, iki, üç, dört, beş.. sürekli böyle diyorlar. Buyurun nazik kalın bakalım.

(Üstelik soğuk kutsaldır. Sağlıklıdır. Ekonomiktir. Bu verimli konuyu İlyas’ın sevgili doktoru Barbaros Ilıkkan’ın kulaklarını bol bol çınlatarak başka bir yazıya saklıyorum.)

Nezaketin ne olduğu konusunda acayip kafası karışık bir ülkedir burası. Yukarıdaki türden pek çok münasebetsizlik, kabalık olduğu bilinmeden, “iyi niyetle” yapılır bu topraklarda. Çünkü esasında feci şekilde naziktir buraların insanları. Yol sorarsın, bilmedi mi özür diler. Fırın sorarsın sofraya buyur eder. Ama işte gelin görün ki bir kısım bilgi, bu topraklardaki insanlara kodlanmamış. Köylülük deyip kesip atamıyorum ben. Başka bir sorun bu. Teşvikiye’nin göbeği de böyle. Boğaziçi Üniversitesi kampüsü de. Başka, daha ağır bir sorun bu. Kültürel bir sorun.

Misal üst geçitler. Herkes bilir ki bir yolun altından ya da üstünden geçilecekse arabalar geçer, yayalar değil. Terbiyesizliktir yayaya merdiven tırmandırmak. Hele çocuklara. Ayrıca çirkindir de üst geçitler. Burada yaya küfür edeceğine teşekkür bile eder. Belediye başkanı çok üst geçit yapmakla övünür. Hele bu başkanın adı Melih Gökçek’se of..

Toplu taşımdan para kazanmak terbiyesizliktir. Medeni ülkelerde sübvanse edilir. Bizde ise pek çok belediye “geçen sene toplu taşımdan bilmem kaç milyon kazandık” diye hava atar. Kime? Halka.. kimin cebinden kazanmıştır o parayı? Halkın.. bu ne? Ben, zarar etmem gerekirken senin üstünden para kazandım! İnsan yaptığı bir kabalığı billboard’a yazıp gururlanır mı?

Devletin terbiyesizliği sonsuz. Biz sokaktaki insanınkilere dönelim.

Misal o zebra işareti de denilen yaya geçitleri.. neredeyse BÜTÜN şoförler, bu zebra işaretini bir temenni yahut asfalt süsü zanneder. İşin kötüsü yayalar da bu fikirdedir. Hiç kimse oraya bir yaya ayağını bastığında her türlü tekerlek sahibinin durmak ZORUNDA olduğunu bilmez. Bilir de ayılık eder değil. Hakkaten bilmez.

Arabalara ve yasaların tanıdığı üstünlüğünüze rağmen size ait yaya geçidinden öncelikli geçmeye kalkın bakalım. O direksiyon başına geçen erkek nasıl kabarır (küfür etmek, levye göstermek, iktidar saçmak), kadın nasıl tükürgen olur (kesintisiz korna çalmak, bağırmak, bağırırken tükürük saçmak) yarabbi sanırsınız hepsi birer muzaffer savaşçı İskender.

Yaya kısmı da vakur Xantos’lular olsa bari. Ner’de. Onlar da rütbe almaya çalışan erat gibi. Ezilmiş mezalimi midir nedir, kabadır Türk yayası da. Diğer yayaları umursamaz, güçsüzleri hele (çocuk, kedi, kuş, engelli) hiç önemsemez.

Bu nâzik ortamda özellikle puset, kanguru yahut doğrudan kucak vasıtasıyla bebek taşıyorsanız vay halinize.

Bir kere potansiyel kağnı muamelesi görürsünüz. Ben 189 cm. boyunda, hızlı yürüyen; genel olarak enerjik birisiyim. Yol bulursam ortalama trafikten hızlı akarım. Heyhat, bebek mi var? Yavaşsın demektir bu. Sanki hakikaten yavaş olsam ne olacaksa?

Kişisel almamaya çalışıyorum, ama: Her fırsatta kendini önüne atan yayalar, yol vermemek için komik duruma düşen arabalar (kişisel istatistiklerime bakarak ve azınlığın dikkat çekiciliğine kapılmadan söylüyorum, kadın şoförler daha acımasız).. sanki ben yola çıkmadan yayası arabası bunlar yolları paylaşmış, bana da bir şey düşmemiş.

Son kabalığımı anlatayım. Hüsrev Gerede’yi tırmanıp Teşvikiye Camii’ne doğru dönmeye teşebbüs ediyorum. Kanguru’da İlyas, sırıtıyor. Ben sırıtıyorum. Neşeliyiz yani. O da ne, durmakta olan taksi geri viteste sür’atle üzerimize gelmeye başlıyor. Can havliyle arabanın bagajına elimle vuruyorum. İçinden bir ayı çıkıyor ve hönkürüyor: “Gördük seni her halde, kör müyüz?”. Ben, nezaketimi korumaya çalışarak “Nereden bilebilirim gördüğünüzü?” diyorum. Ayı ısrarlı: “Bakıyoz ki gidiyoz, ne vuruyon arabaya”.

Eh, yapacak bir şey yok. Gel de nazik ol! Daha yaratıcı bir insan olmanın avantajıyla hafif hırpalıyorum kendisini. Önünde bulunduğumuz Cafe’nin müşterileri ve İlyas adama kıkırdamaya başlayınca adamın ezberi bozuluyor, yüzü düşüyor. İşte ideal formunda Türk ayısı: Kafası karışmış ve ezilmiş.
Allahtan herkes böyle bilerek ve isteyerek kaba değil. Tarif etmeye çalıştığım gibi, genellikle “farkında olmadan, bilmeden” kaba.

Didaktik kısım:

Ben çocukken ortalık abuk subuk adab-ı muaşeret kitaplarıyla doluydu. Cumhuriyetin aşağı bir “şey” gördüğü halk için bir eğitim çalışmasıydı bunlar. Bu kitaplar yüzünden benim kuşağımda nezaketi peçete tepiştirecek yeri öğrenmek yahut önce kimin elini sıkmak gerektiğini ezberlemek zanneden epey bir insan yaşıyor.

Sanırım toplumsal kabalık kinetiğimizin sebepleri arasında bu kitaplar baş sırada. Ait olduğu yerden çok kadın yerine kullanılan “Bayan” ve “Hanım” lafları filan da bu mesnetsiz manasız yersiz ve saçma kibarlık çalışmaları dahilinde. İnsan helaya bay ya da bayan der mi? Kimi bayabilir hela?
Dünyanın en büyük şirketlerin birisinin ortadoğu müdürü -hem de yazılı olarak- demişti bana: “Metin bey kadın yazamayız, çok kaba. Bayan diye düzeltiyoruz”. Oha.

Bir vakitler bir sevgilim vardı, taksiye binerken kendisine kapıyı açmadım, dahası arka koltuğa ondan önce bindim diye bana neredeyse küsmüştü. Halbuki, onu arka koltuğun öbür ucuna tırmanmaktan kurtarmak için öyle yapmıştım.

Nezaket kadına kapı açmak değildir. Kadınlar kendileri açabilirler. Benim rastladığım kısmı açabiliyordu. Nezaket önce diğerlerini düşünmek, başkasının yerine kendini koyabilmek filan gibi kolay öğrenilebilecek, hatta her insanın içinde bir köşede konuşlanmış bir şeydir.

Hepsinden önemlisi kendinden güçsüz olanı kollamaktır. Bir alttakine yol vermektir. Sokaktaki hiyerarşinin kamyon, araba, motosiklet, bisiklet, yaya, bebekli, engelli, çocuk, hayvan şeklinde gittiğini, alttakilerin her zaman haklı olduğunu bilmektir.

Ha bir de nezaket, yolda gördüğünüz bebek için “üşür” dememektir. Bebek sahibi kabalaşabilir.

Hürmetler.

 

Yazarın diğer yazıları:

Dâhi çocuk “yetiştirme” kılavuzu
“Çocuk yapsam mı?” diyenlere tavsiyeler
1 yaşında çocuk için doğumgünü partisi kılavuzu