Kraliçe Victoria hamile kalmaya yemin etmişti. Kendisini bir kraliçeden çok bir domuz ya da inek gibi hissettiğini söylüyordu. Çok şanssız bir kadın olduğunu düşünüyordu. Tam dokuz çocuk doğurdu. Pek çok akrabası gibi o da doğum esnasında hayatını kaybedebilirdi. Aynı zamanda çalışmak zorundaydı da. Son iki doğumunda kloroform verilmişti ve bundan çok hoşlanmıştı. O zamana kadar din adamları kadınlara doğum esnasında anestezi verilmesine karşı çıkıyorlardı. Çünkü kadınların doğum sancısı sayesinde günahlarından arındıklarını düşünüyorlardı. Aynı şekilde doktorlar da anesteziye sıcak bakmıyorlardı. Onlar da doğumun kadınların libidosunu yüksek tutmaya yaradığını düşünüyorlardı. Fakat asil kraliyet ailesinin bir üyesi küçük bir bez parçasından her on dakikada bir kloroform koklayarak doğum yaptıktan sonra bu işlem de kabul görmeye başladı. Victoria’nın oğlu Leopold, 1853’te bu yöntemle dünyaya getirilen ilk çocuk oldu. Şimdi olsa kraliçenin epidurali ne kadar sevebileceğini düşünün. 

Emily Blunt’ın başrolünde oynadığı Genç Victoria (The Young Victoria) adlı filmden sonra, kraliyet ailesinin bu en çok tartışılan üyesinin yaşam öyküsü ve kocası Prens Albert’le arasındaki ilişki bir kez daha ve yeni bir perspektifle konuşulmaya başlandı. Eş zamanlı olarak Gillian Gill’in kaleme aldığı İkimiz, Victoria ve Albert: Hükümdarlar, Eşler ve Rakipler (We Two: Victoria and Albert: Rulers, Partners, Rivals) adlı kitap da bu enteresan öyküyü yeni bir perspektifle ele alıyordu. 64 yıl boyunca İngiltere’yi yöneten Victoria’nın romantik hayatına olan ilgi bu kitap ve filmle tazelenmiş oldu. Victoria’yla ilgili edebiyat daha çok onun Alman kocasıyla arasındaki ilişkiye odaklanır. Çoğuna göre bu evlilik, siyasi tarihin en önemli, en uzun süreli ve en bereketli ilişkilerinden biridir. İkisinin tanışma ve evlilik öyküleri neredeyse bir peri masalı kıvamında anlatılır. Ama öykünün Victoria’nın “karanlık taraf” dediği “üreme” kısmı görmezlikten gelinir.

Tarihçiler Kraliçe Victoria’nın bir kraliçe olmasının yanı sıra aynı zamanda tarihin en önemli “çalışan anne”lerinden biri olduğunu görmezlikten gelirler. Victoria kocasına aşık bir kadındır. Aynı zamanda pek çok insanın taleplerini yerine getirmek zorunda kalan bir anne ve eştir.

Kraliçe olduğunda sadece 18 yaşındaydı. Aptalca hatalar yaptı. En çok saygı duyulan özelliği her şeye rağmen asla kaybetmediği özgüveniydi. Ciddi ve otoriterdi, ama aynı zamanda Kraliyet Danışma Meclisi üyesi din adamı Charles Greville’in “büyük hayvanların ruhlarına sahip” bir kadın olarak tarif ettiği bir kişiliğe sahipti. Dönemin başbakanı Lord Melbourn’e defalarca aslında evlenmek istemediğini söylemişti bir sır olarak. Hayatının 10 yıldan uzun bir dilimini acı ve doğum sonrası depresyonla geçirdi. Bu dönemde çocuklarını “kurbağa gibi çirkin mi çirkin yaratıklar” olarak gördüğünü anlatıyordu. Kocasına neden kendisini bu kadar kurban etmek zorunda olduğunu anlamadığını söyleyip duruyordu. Sonraları kızına yazdığı bir mektupta, “Kendime öyle bir şiddet uyguladım ki, sıkıştığımı, kanatlarımın kırıldığını, varlığımın yarısını bu şekilde kaybettiğimi hissettim… Kadınlık dünyanın en nahoş durumu” demişti. Victoria’nın özel hayatı mücadelelerle doluydu ve sahip olduğu mutlak güç bu mücadelelerden zaferle çıkmaya yetmiyordu. Bu yüzden gücün ona emrettiği gibi, yani bir erkek gibi hükümdarlık ediyordu. Albert’in üzerindeki siyasi yükün büyük bir bölümünü devralmasına izin vererek bu konudaki zayıflığını örtmeyi, en azından bürokratik işleri üzerinden atabilmeyi ummuştu. Hayatımın 81 ayını hamile olarak geçirseydim, kocamla ilişkimin nasıl olabileceğini düşünmeden edemiyorum…

Kraliçe Victoria’nın hayatındaki temel çelişkileri şöyle özetleyebiliriz: Öncelikle onulmaz şekilde aşık olduğu Albert’le ilişkisini tarif ederken bile sinik bir şekilde evliliğin ve erkeklerin bencilliğinden söz ediyor. Kızına evlenen kadınların tebrik edilmesini anlamadığını söylüyor: “Zavallı kadın bedenen ve ahlaken kocasının kölesi olacak. Evliliği, boğazımı sıkan bir urgan gibi görüyorum. Genç ve özgür bir kız evlenerek, kaçınılmaz bir ölüm cezasını kabullenmiş oluyor.” Gerçekleri bilen hiçbir kadının kendini evliliğe kurban etmeyeceğini düşünüyordu. Ayrıca, Victoria’nın sahip olduğu güç ve popülerlik yaşadığı zor hayatı görünmezleştiriyordu. Buna rağmen kadın haklarına ilişkin her şeyi “delice akılsızlıklar” olarak görmeyi tercih etmişti. Kadınları evde tutmaya yönelik politikalarının sebebini şöyle açıklıyordu: “Bir kadının birincil görevi kocasına itaat etmek ve iyi çocuklar yetiştirmektir.” Bu kadar asil bir kadının devlette güç sahibi olması ve bu gücü acıyla taşıması neden mümkün olmasındı ki?

Bugün Kraliçe Victoria hepimize alabildiğine uzak bir kişilik. Onu pembe yanaklı, başbakanlarla dans etmeyi ve cilveleşmeyi seven bir kadın olarak hatırlamak hepimize iyi geliyor. Fakat onun bir yandan da sorumluluklar altında ezilmesine rağmen, evlilik kurumuna itaatin savunucusu bir kadın ve içinden geçen isyanı ancak fısıldayarak söyleyebilen bir anne olduğunu da akılda tutmalıyız.

Yazan: Julia Baird, Media Tarts: How the Australian Press Frames Female Politicians kitabının yazarı.

Kaynak: thedailybeast.com