Gezi Parkı, Paulo Freire’nin yıllar önce Ezilenlerin Pedagojisi’nde hayalini kurduğu cinsten bir okul.

Gezi bir okul. Paulo Freire’nin yıllar önce Ezilenlerin Pedagojisi’nde hayalini kurduğu cinsten bir okul. Herkesin herkesten öğrendiği, içindeki gücü ve yaratıcılığı keşfettiği, eşitlenmenin ve dayanışmanın sıcaklığını hissettiği, her türlü iktidarın her an sorgulandığı, yeni ilişkilerin kurulduğu, yeni dillerin ifade bulduğu bir okul. Tam da “okul”un olması gerektiği gibi bir okul.

Brezilya’nın sınıfsal ve kültürel uçurumlarına cesaret ve inatla meydan okuyan Paulo Freire, ezilenlerin tek çıkışının “eleştirel pedagoji” diye tanımladığı bu tür bir öğrenme, yaratma, üretme sürecinden geçtiğini savunmuştu. Freire’ye göre eleştirel pedagoji aynı zamanda umudun pedagojisi, umudun siyasetiydi.

Gezi Parkı’ndaki ağaçlara sarılarak, yanlarında nöbet tutarak bize umudun ne kadar güçlü bir siyasi araç olduğunu gösteren Taksim Dayanışma aktivistleri en beklenmedik ve en gerçek dönüşüm süreçlerinden birinin ışığını yakmış oldular. Yüzbinlerce insan o ışığın sıcaklığına, saflığına, gerçekliğine çekildi ve hep birlikte Gezi’yi ışıl ışıl yaptı.

Evet, çok gaz yedik, çok korktuk, sevdiklerimiz ve kendimiz için çok endişelendik ama hep birlikte insanlık tarihine müthiş bir çentik attık. Çok az kişiye nasip olan cinsten bir okul yarattık. Henüz bu okuldan geçmemiş olanlar: Korkmayın, siz de yaklaşın, ihtimal o ki hem şaşıracak, hem beslenecek (her anlamda!), hem güçlenecek, hem umutlanacak, hem mutlu olacaksınız; kendinize, geleceğe, insanlığa dair inancınız tazelenecek; ve kendinizi hiç hissetmediğiniz kadar “evinizde” hissedeceksiniz.

Gezi’nin tek bir hikayesi yok, olamaz. Herkesin Gezi’si kendine. Benim yazacaklarım da benim Gezi’min, Gezi’den öğrendiklerimin hikayesi. (Lütfen siz de sizinkini yazın, mutlaka yazın; hep birlikte hiç yazılmamış bir tarih yazalım. Aynen Gezi gibi çok sesli, çok dilli, çok katmanlı ve çok eğlenceli olsun!)

İnşaat değil İnsan-Hayvan-Çevre: Yaşama ve Yaşam Alanlarına Sahip Çıkmak

Satamayınca gölgelerini sattılar ormanları
Devirdiler kapadılar sinemaları meydanları
Her taraf AVM’den geçesim yok bu köprüden
N’oldu bizim şehre n’oldu hormonlu bina doldu
Aman aman bıktık valla, aman aman şiştik valla
(Kardeş Türküler, “Tencere Tava Havası”)

“Yolda bize eşlik eden Beşiktaş sahilinin martılarına ve gölgesini bizden esirgemeyen ağaçlara teşekkür ederiz.” (Çarşı ve Forza gruplarının “Sen de sarılacak bir ağaç bul” bildirisinden)
Gezi Parkı direnişinin çıkış noktası parkın ve ağaçların korunması oldu. Ağaçlara sarılarak, bedenlerini buldozerlerin önüne koyarak direndi insanlar. İnsanların nefes alacağı yeşil alanların, ağaçların korunmasını savunanlar, günler süren gaz saldırısı karşısında hem tanımadıkları başka insanlara, hem de sokak hayvanlarına sarıldılar, kol kanat gerdiler. “Doktor yok mu? Acil doktor aranıyor” duyurularının arasına sıklıkla “acil veteriner aranıyor” duyuruları karıştı; cankurtan görevi gören Talcidli sıvılar gaz karşısında ne yapacağını şaşırmış köpekler ve kedilerin de yüzlerine, gözlerine sürüldü; pek çok köpek yaralananların can dostu oldu. Buldozerlerden son anda kurtarılmış ağaçlar ise gaz bulutları altında yaşanan bu insan-hayvan dayanışmasının tanıkları ve evsahipleriydiler.

Gezi Parkı sakinleri, “inşaat değil insan-hayvan-çevre” derken bu birlikteliğin ne kadar tamamlayıcı, güçlendirici, besleyici olduğunu göstermeye ve yaşatmaya devam ediyorlar. Önümüze koydukları kritik sorulardan bazıları şunlar: Hayvanları yok saymadan ve yoketmeden, çevreyi talan etmeden yaşam alanları kurmak mümkün değil mi? Neden inşaat? Neyin inşaatı? Kimin yararına, kimin çıkarına? Kim adına ve kim için?Pek çok doğal alan için bu soruları sormakta geç kalmış olabiliriz ama eğer şimdi sormazsak, ısrarla sormaya devam etmezsek bizi geri dönülmez yıkımlar bekliyor.

Birikim dergisinin Ekim 2011 tarihli “İnşaat ya resullullah” dosyasında çarpıcı veriler ve analizlerle gösterdiği gibi Ak Parti iktidarının ekonomik ve sosyal politikalarının merkezinde bir inşaatlaşma süreci duruyor ve bu süreçten payını almayan yok. Orman alanları ve deniz kıyıları büyük bir hızla ve şehvetle (Tanıl Bora) inşaata açılıyor; Kaz dağlarından Fırtına Deresi’ne, Munzur vadisinden Hasankeyf’e kadar pek çok yer tarihi veya doğal SİT alanı iken veya olması gerekirken iş makinaları ve zehirli kimyasallarla hızla yokediliyor. Türkiye çapında lisans verilmiş 2000’den fazla HES aynı zamanda küçük çiftçiliği ve tarımsal üretimi tehdit ediyor. HES’ler elektrik üretiminden ziyade hem temiz su kaynaklarını ticarileştirmenin hem de tarımı endüstriyelleştirmenin yolunu açmış oluyorlar. Kendi derelerinin suyunu satın almak zorunda kalacak olan köylülerin, küçük üreticilerin tarımsal üretime devam edemeyecekleri aşikar. Küçük üreticiliğin yerini almaya başlayan “büyük,” endüstriyel tarımın da köylüleri kendi topraklarında işçileştirmesi veya köyü ortadan kaldırması bir yana, yediklerimiz ve sağlığımız üzerindeki olumsuz etkileri GDO tartışmalarıyla biraz olsun gündeme geldi. Ama henüz ancak buzdağının ucunu görebiliyoruz.

Nükleer santrallerin devasa risklerini; madenlerin ve taş ocaklarının suya, toprağa, havaya verdikleri dönüşü olmayan zararları; Kanal İstanbul’un yaratacağı tehlikeli yerel iklim değişikliği ve doğal yıkımı; üçüncü havaalanı ve üçüncü köprüyle İstanbul’un son kalan orman ve su alanlarının yol ve yapısallaşmaya açılmasının sonuçlarını dile getirmeye çalışanların ya yok sayıldığı ya da aşağılandığı birkaç yıl geçirdik. İknaya çalışmaya dahi tenezzül etmeyen, “bunlar yapılacak” diyen bir iktidar ve liderlik resmi çizildi. “Bu tür mega projeler ancak diktatörlüklerde, Körfez ülkeleri gibi otokratik rejimlerde mümkün olur, orada da sonuçlarının ne olduğunu görüyoruz” diyenler ise marjinal ilan edilip susturuldular.

Bu “çılgın” mega projelerin, insanların hayatları ve kent yaşamına vurduğu darbeler de büyüklükleriyle orantılı oluyor. Onyıllar, hatta kimi durumlarda yüzyıllar içinde örülmüş kent hayatları, mahalle kültürleri bir bir yokediliyor. Sulukule’nin Romanlardan arındırılması ve “soylulaştırılması” bu sürecin en görünür ifadelerinden biri oldu. Tarlabaşı’nın zorunlu göç, yoksulluk, toplumsal dışlanma sonucu oraya sığınmış ve birlikte hayat kurmuş sakinleri, pek çok başka mahallede olduğu gibi yerlerinden oldular, kendilerini Bezirganbahçe veya Kaya Şehir gibi kentin çeperlerinde, toplumsallaşmayı imkansız kılan uydu sitelerde buldular. Antropolog ve sosyologlar (Aslı Odman, Ayfer Bartu, Ayşe Öncü, Bedia Yılmaz, Biray Kolluoğlu),  şehir planlamacıları, mimarlar, sivil toplum kuruluşları, Yaşar Adanalı gibi genç kent araştırmacıları ve aktivistleri (1) bizi yıllardır uyarıyorlar: Bu tür uydu kentlerle insanların birbirlerinden ve kentten sınıfsal ve kültürel olarak koparılmaları toplumsallığı yokettiği gibi, her türlü dışlanmanın, öfkenin ve şiddetin de önünü açıyorlar.

Gezi Parkı direnişi “inşaat, inşaat, inşaat” diyen ve hiçbir itirazı kaale almayan iktidarın karşısına doğa ve hayvanlarla birlikte yaşayan “insan”ı, sınıflar ve kimlikler üstü bir toplumsallaşma ve dayanışmayı koyuyor; kentin merkezinde yaşamaya devam edebilenlerle çeperlerine itilenlerin birlikteliğinin başka bir kenti mümkün kılacağını gösteriyor. Bu yanıyla, Nazan Üstündağ ve Nülüfer Göle’nin vurguladıkları gibi Gezi bir “kent hareketi.” Kente, kentin doğasına, insanına, mahallelerine süregiden saldırıya karşı bugüne kadar yükselmiş en güçlü itiraz. Öte yandan “bu daha başlangıç, mücadeleye devam” sloganının en çok bu alanda hayata geçirilmeye devam edeceğini tahmin etmek zor değil. “Bu alan” da bana sorarsanız “kent”in çok ötesine taşıyor. Gezi’yle ifade bulan kent hareketine giden birikimde HES’lere, madenlere, taş ocaklarına, barajlara, nükleer santrallere, GDO’ya, sokak hayvanlarının katledilmesine karşı yükselen ama “duyulmayan” mücadeleler olduğu gibi, yakın ve uzun dönem etkilerinin oralara da yansıyacağını öngörebiliriz. Hatta şimdiden yansımaları görünüyor: Van Erciş’te kesilecek ağaçlarla ilgili kampanyanın Gezi’yle ilişkilendirilmesi, Türkiye çapından pek çok köyde “Her yer Taksim, her yer direniş” etkinliklerinin düzenlenmesi ve fotoğrafların sosyal medya üzerinden paylaşılmaları akla gelen ilk örnekler (2). Dolayısıyla, bir kent hareketinden öte insanları hayvanlar ve doğal çevreden bağımsız konumlandırmayan bir “yaşam ve yaşam alanları hareketi” ile karşı karşıya olabiliriz.

Bir Haysiyet Ayaklanması: Saygı, Özgürlük, Dayanışma ve Queer Yoldaşlığı

“Saldırın bana utanmadan, sıkılmadan
Gözlerim yanar ama ezilmedim, azalmadım
Özgürüm dedim hala haklıyım dedim hala sana,
Sana insanım dedim hala vazgeçer miyim söyle bana
ooo…”
(Duman, “Eyvallah)

Bir öyle, bir böyle kelamlardan yasaklardan illallah
Başına buyruk kararlardan fermanlardan illallah
Aman aman bıktık valla, aman aman şiştik valla
Bu ne kibir bu ne öfke, gel yavaş gel yerler yaş
(Kardeş Türküler, “Tencere Tava Havası”)

“Yaşadığımız bu süreç zarfında, çocukluğumuzdan beri vurmalı çalgıların ustası analarımıza… Kapısını arkasından sürgülemeyen semtimizin güzel sakinlerine… ‘direnmeye gittim gelecem’ diyen esnafına… ‘semt bizim, aşk bizim’ şiarının hakkını verirken yere düşen insanlara korkusuzca kalkan olan delikanlılarımıza… seccadesini sedye yapan cami imamına, su taşıyan kilise papazına… (…) haksızlığın, kibrin fırlattığı taşlara karşı göğsünü siper eden yiğit kadınlarımıza… (…) teşekkür ederiz.” (Çarşı ve Forza gruplarının “Sen de sarılacak bir ağaç bul” bildirisinden)

Ahmet İnsel’in Gezi direnişinin ilk günlerinde kullandığı “haysiyet ayaklanması” tanımı pek çok direnişçi tarafından benimsendi. Gerek twitterda, gerek yazılı ve görsel diğer mecralarda direnişçilere “neden buradasınız?” diye sorulduğunda en çok duyulan sözcükler arasında saygı ve özgürlük vardı. Kardeş Türküler’in şarkısında çok güzel ifade bulduğu gibi yasaklar ve ferman gibi kararlar herkesin canına takettirmişti. Kürtajın ve alkolun “sınırlandırılması,” doğum kontrolünün zorlaştırılması; kaç çocuk doğurulacağına dair yapılan baskılar; sokaklardan kaldırılan masalar; eşcinselliğin hastalık öpüşmenin ahlaksızlık olarak tanımlanması; Reyhanlı bombalaması sonrası konulan basın-yayın yasağı; Banu Güven’den Hasan Cemal’e, Ahmet Şık’tan Zeynep Kuray’a eleştirel haber yapmaya yeltenen tüm gazeteci ve televizyoncuların işinden olması veya tutuklanması; adil yargılanmanın önündeki engeller; tutuklamaların kendini ifade etmeye çalışan tüm kesimlere karşı bir çeşit ceza olarak kullanılmaya başlanması; Roboski/Uludere’de yaşanan katliamın sorumlularının tespit edilmemesi, tam tersine, bu olayın üstünün kapatılma çabaları; Ergenekon soruşturmanın Fırat’ın öte yakasına uzatılmaması, Kürtlerin yıllardır yaşadıkları onca şiddetin sorumlularının cezasız kalması; Hrant Dink cinayetinin gerçek sorumlularının sorgulanmak bir yana ardı ardına “terfi” ettirilmeleri; 24 Nisan 2011’de asker “arkadaşı” tarafından öldürülen Sevag Balıkçı’nın katiline verilen komik ceza; iş kazalarında yakınlarını kaybedenlerin ve sakatlananların sayılarının rekor düzeylere yükselmesi ve buna karşı hiçbir önlem alınmaması; sendikalaşmanın giderek imkansızlaşması; taşeronlaşmanın önünün açılmasıyla birlikte köleleşen, horgörülen işçiler; bu şikayetlerin 1 Mayıs’ta dahi dile gelmesinin engellenmesi; Taksim’in ve diğer kamusal alanların basın açıklamaları dahil siyasi etkinliklere her geçen gün biraz daha kapatılması; hemen her muhalif eylemin biber gazı ve tazyikli sularla engellenmesi; bu müdahaleler sırasında yaralanan ve hatta ölenlerin “bunlar” denilerek aşağılanması, suçlanması, yoksayılması… Daha geniş bir liste için son on günün twitter trafiğine bakmak yeterli.

Ağaçlarla buldozerlerin arasına korunmasız bedenlerini koymuş insanlara bir şafak vakti biber gazı, tazyikli su ve TOMA’larla saldırılması, çadırlarının yakılması (sonra da kendilerinin yaktığının açıklanması!) bardağı taşıran son damla oldu ama bardağı özellikle son iki yılda artan devlet gücü, müdahalesi ve yasaklar doldurmuştu. Herkes her devlet müdahalesinden ve yasaktan aynı derece etkilenmemişti şüphesiz ama insanları yoksayan yasakçı zihniyet belli ki herkese bir şekilde değmiş ve “bıktırmıştı.”

Richard Sennett son yıllarda artan eşitsizlikleri tartıştığı çoksatan kitabı Respect’te (Saygı) şöyle der: “Saygısızlık, doğrudan hakaretten daha az saldırgan olmakla birlikte eşit derecede yaralayıcı olabilir. Birisine hakaret etmiyorsunuzdur ama onu tanımıyorsunuzdur da; o kişi varlığı fark yaratan tam bir insan olarak görünmez kılınıyordur. Bir toplum istisnaları görünür kılıp kitlelere bu şekilde davrandığında ortaya bir “saygı kıtlığı” çıkar – saygı herkese yetmeyecek kadar değerli bir maddeymiş gibi. Pek çok kıtlık gibi bu kıtlık da insan yapımıdır. Yemekten farklı olarak saygının maddi bir bedeli yoktur. Öyleyse bu kıtlığın sebebi nedir?”Sennett’in sözünü ettiği saygı kıtlığının en yeni örneklerinden birisi temeli atılan üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim isminin verilmesiydi. Bu isim çok kişiden tepki alırken, bu tepkinin sebebini Kayseri Alevi Kültür Merkezi Başkanı Rüsten Gümüş şöyle özetliyordu: “Yavuz Sultan Selim adı bizim için gözyaşı, kan ve katliamdır.” Buna karşın Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım Fikret Bila’ya verdiği röportajda isimle ilgili bir değişikliğe gidilmeyeceğini açıklıyordu: “İsim konusunda bir geri dönüş olmaz. Ben gemiciyim. Gemici diliyle söylersem geri manevra olmaz. Gemicilikte bu manevra her zaman risk taşır. Ayrıca Yavuz Sultan Selim ismi çok yaygındır. İstanbul’da da Anadolu’da da birçok mahallenin adı, okulun adı, caminin adı Yavuz Sultan Selim’dir. O nedenle ben bu konuda doğrudan bir reaksiyon almadım.” Bakan Yıldırım, kamuoyunda iki hafta boyunca yankılanan onca tepkiyi, Alevi derneklerinin açıklamalarını kolayca yoksayabiliyor, önemsizleştirebiliyordu.

Sennett’ın bahsettiği “saygı kıtlığı”nın yalnızca devlet ve hükümet kaynaklı olduğunu söylemek yanlış olur. Gezi için, Gezi’de ve Türkiye’nin çeşitli meydanlarında toplanan herkesin başkalarına “saygı” göstermek konusunda kusursuz bir sicili olduğunu savunmak da. Gezi tam da bu açıdan bir okul! Saygısızlıktan, hor görülmekten, hiçe sayılmaktan, özgürlüklerinin kısıtlanmasından, hoyratlıktan, doğrudan aşağılanmadan, üstten kurulan siyaset dilinden muzdarip insanların dertlerini belki de ilk defa bu kadar aracısız bir şekilde dillendirebildikleri ve (en azından birbirlerine) duyurmaya başladıkları bir eleştirel pedagoji meydanı. Yoksayılmanın ötesinde “bir avuç çapulcu, ayyaş” denerek aşağılananlar, yanyana durup iktidarın diline mesafelendikçe aralarındaki saygı kıtlığını da sorgulamaya başlıyorlar. Gezi’de kurulan “bir başka dünya” saygının, hatta sevginin, paylaştıkça azalmadığını, çoğaldığını hissettiriyor herkese. Pek çok kişi bunu “kendimi hiç bu kadar evimde hissetmemiştim” diyerek ifade ediyor günlerdir. Saygı yakınlaştırıyor, güçlendiriyor, çoğaltıyor, ve, evet, çok iyi hissettiriyor.
Tüm bunlar çatışkısız olmuyor elbette. Bu büyük buluşmaya gelirken yerleşik önyargılarımızı, fobilerimizi, alışkanlıklarımızı, nefret dili olduğunun farkında bile olmadığımız nefret dilimizi de beraberimizde getirdik ne de olsa. Feministler ve LGBT bireyler için sarfedilen cinsiyetçi, homofobik, transfobik küfürler, antimilitaristler ve vicdani retçiler için “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganları, “Mustafa Kemal’in askerleri” için “öldürmeyeceğiz, ölmeyeceğiz, kimsenin askeri olmayacağız” ifadeleri (veya sloganlarının “Mustafa Keser’in askerleriyiz” şeklinde dalgaya alınması), kimileri için BDP çadırının posterleri, kimileri içinse atılan milliyetçi sloganlar hazmedilmesi kolay olmuyor şüphesiz. Yeni olan tüm bu ifadelerin aynı toplumun, aynı şehrin bireyleri tarafından sarfedilmesi değil. Yeni olan, aynı mekanda, yanyana duran, gaz ve tazyikli su karşısında dayanıştığımız, birlikte Kürtçe ve Türkçe müzikler eşliğinde halay çektiğimiz, yemek yediğimiz insanlar tarafından atılıyor olması – ve bunun yarattığı dönüştürücü etki.

AMK değil AŞK

Bir örnek vermek gerekirse: Kadınlar, feministler ve LGBT bireyler direnişin ilk gününden beri ön saflarda ve çok görünür oldular. Facebook ve Twitter’dan paylaşılan mesajlar bu durumun yarattığı şaşkınlık ve dönüşümün ipuçlarını veriyor:(erkek isimli bir facebook kullanıcısı): Bundan sonra herkesten ricam korkaklar için “karı gibi” lafı kullanılmasın.
(kadın isimli bir twitter kullanıcısı): “gaz yerken bir erkek “bu kadar güçlü olmamızın sebeplerinden biri de kadınların da korkusuzca önde olması” dedi”

Buna karşın, özellikle ilk günlerde sarfedilen küfürlerin cinsiyetçi, homofobik ve transfobik içerikleri ciddi gerilimler yarattı. Gey bir direnişçi yaşadıklarını şöyle anlatıyordu: “O kadar birlikte gaz ye, diren, sonra ‘i…’ küfürleri savrulsun. Dayanamayıp bağırdım onlara, biz de burada sizinle direniyorsunuz, niye ‘i…’ bir küfür olarak kullanıyorsunuz? diye. Sustular, ‘biz onu kastetmemiştik’ dediler.” Benzer karşılaşmalar, LGBT bireylerin Çarşı’ya destek için Beşiktaş’a gitmeleri, yemek götürmeleri, özellikle Çarşı grubunda bir etki yaratmışa benziyor ki, onlar da “iade-i ziyaret” yaparak bu konuya dikkat edeceklerini söylemişler. Bu yazı kaleme alınırken çok daha net bir açıklama geldi:
“küfürlü sloganlarımızla büyük bir ayrımcılığa yol açıyoruz. Onurlu direnişimizde omuz omuza haysiyet mücadelesi verdiğimiz, barikat yoldaşlığı yaptığımız, Tomalı, coplu ve ‘eli sopalı’ların insanlık dışı saldırılarında bizlere evlerinin kapılarını açan halkın yarısını, yani kadın yoldaşlarımızı aşağılıyor ve onlara yönelik cinsiyet ayrımcılığı yapmış oluyoruz.
Günlerdir Gezi Parkı’nda, İzmir’de ve Türkiye’nin her yerinde kadınlar direniyor. Eşcinseller, travestiler yani LGBT bireyler direniyor. Atılan küfürlü ve erkek egemen sloganlar ile tüm bu yoldaşlarımızı aşağılıyor, onlara ayrımcılık yapıyoruz… Küfretmeyelim, ayrımcılık yapmalayım ve hep birlikte direnelim.” Bu direnişin, dillerini küfürle ören taraftar gruplarıyla feminist ve LGBT örgütleri arasında bir yakınlaşmanın yolunu açacağını kim tahmin edebilirdi?

Feministler ise bu konuda en yaratıcı eylemlerden birini gerçekleştirdiler ve “küfürle değil inatla diren” başlığı altında hem küfürlere itirazlarını dile getirdiler, hem de duvarlardaki yazıları dönüştürdüler (3), AMK yazıları AŞK oldu, duvarları “barış” ifadeleri ve feminalar doldurdu. Feministlerin yaptığı ikinci önemli eylem “Tacizi durdur, direnişi sürdür” üst başlığını taşıyordu ve özellikle başörtülü kadınların Gezi çevresinde yaşadıkları tacizi konu ediniyordu. “Bedenimden, başörtümden, kimliğimden elini çek” ve “başörtüye saldıran bizden değildir” sloganları 90’lardan bu yana feminist kadınlar ve örgütlerle başörtülü kadınlar arasındaki diyalog ve dayanışmanın (tabii başörtülü feminist kadınlar da var) en çarpıcı yansımalarından biri oldu.

Gerek bu eylem, gerekse diğer eylemler ve posterler aynı zamanda şunu gösterdi: Feminist hareket yalnızca “kadınlara” dair söz üreten bir hareket değil, toplumsal cinsiyeti, etnisite, din, mezhep, cinsellik, şiddet ve militarizm gibi çok farklı eksenlerde ele alan, çok katmanlı bir siyasi duruşun karşılığı olarak ifade buluyor artık. Hazırlanan “Direnirken iki saniye düşün!” başlıklı poster bu duruşun güzel bir özetini sunuyor. Tüm direnişçileri küfürler karşısında yanıbaşlarındaki diğer direnişçilerin (orospu/seks işçisi, eşcinsel, vicdani retçi) ne hissettiğini düşünmeye ve direnirken küfür etmemeye davet eden bu poster, başörtü-taciz eylemi ve barış sürecine aktif katılım (özellikle de Barış için Kadınlar inisiyatifi), feministlerin Gezi direnişine yaptığı çok katmanlı katkıların altını çizmekle kalmıyor, özgürlük mücadelelerinin dayanışmadan ve “içiçe geçme” halinden ne kadar beslenebildiklerini de gösteriyor.

Hrant Dink Caddesi, Pınar Selek Meydanı ve Mustafa Sarı Caddesi

Gezi parkını şu an müthiş bir okul yapan tam da farklı haysiyet ve özgürlük mücadelelerinin yalnızca yanyana durması değil, birbirine konuşmaya ve içiçe geçmeye başlaması. Freire’nin “ezilenlerin pedagojisi”nden kastı burada hayat buluyor: Ezilenlerin birbirlerinin yokluğunda, birbirlerinin hayaletlerine karşı değil birbirlerine konuşmaları, değmeleri, iktidarı hep birlikte analiz etmeleri, ortak mücadele alanları ve dilleri geliştirmeleri – ve tüm bunların sonucu olarak birlikte dönüşmeleri. Gezi parkı Sennett’in “saygı kıtlığı” dediği ortamın bir panzehiri olarak umut saçıyor, saygının paylaştıkça çoğaldığını gösteriyor.

“Saygı” hem bugüne, hem geçmişe uzanıyor. En çarpıcı örneklerinden biri Gezi Parkı’nın yürüyüş patikalarına ve meydanlarına verilen isimler. Örneğin yıllar süren, hukuksuzluklarla örülü bir dava sürecinden dolayı İstanbul’da olamayan Pınar Selek unutulmadı, parkın bir meydanının ismi “Pınar Selek Meydanı.” Hrant Dink Caddesi’nin ise açılışı yapılırken hem Hrant Dink’in cinayeti ve sorumluların cezalandırılmamış olması tartışılıyor, hem de eski Ermeni mezarlığına dair bilgi veriliyor. (Nor Zartonk’un protesto notu şöyle diyor: “Mezarlığımızı aldınız, parkımızı alamayacaksınız”). Öte yandan, başka bir isimlendirmenin Adana’da direnişçilere müdahale sırasında bir inşaat sahasına düşerek canını kaybeden polis Mustafa Sarı adına yapıldığını görüyoruz. Gezi Parkı, şehrin diğer mekanlarından farklı olarak tüm ölülerin birlikte anılabildiği, tüm acıların ifade bulabildiği bir yer olarak karşımıza çıkıyor. Hrant Dink’in politik mirasına da çok uygun bir şekilde ölümün değil, yaşamın yüceltildiği, yaşam mücadelelerinin ortaklaştığı bir saygı, haysiyet, dayanışma alanı.

“Park içerisinde hiçbirşey ücretli değildir”

Yukarıda bahsettiğim siyasi dayanışma ve içiçe geçmenin bir de kişisel ve sınıfsal bir boyutu var. Gezi direnişi daha ilk günlerinden herkesi şaşırtan cinsten bir dayanışma ile doğdu ve büyüdü. 31 Mayıs akşamını, gecesini ve 1 Haziran’ı yaşamış olan herkesin şaşkınlık içinde anlattığı bir “dayanışma” hikayesi var. Evlerinin pervazlarına sirke ve limon bırakanlar, kapılarını tanımadıkları insanlara açıp onlara bakanlar, kolkola girip gaz bulutunun içine dalan Fenerbahçeli-Galatasaraylı-Beşiktaşlı taraftarlar, lobisine gaz bombası atılmasına rağmen otelinin kapılarını, tuvaletlerini, odalarını direnişçilere ve yaralılara açık tutan, yemek servisi yapan otel müdürleri ve çalışanları, Gezi parkı için yapılan ilaç alışverişlerinden para almayan eczacılar, sonraki günlerde Gezi parkının temizlik malzemelerini bedava sağlayan bakkallar, marketler; evlerinde yemek yapıp parka getirenler; battaniyelerini, uyku tulumlarını direnişçilere hediye eden sıradan vatandaşlar; Gezi’nin yemek, temizlik ve güvenlik işlerinde kolkola çalışan birbirinden farklı onca insan… Benim kendi adıma unutamayacaklarım arasında üzerimize sıkılan gaz bombalarının kapsüllerinden beni korumaya çalışan öğrencilerim; 31 Mayıs gecesi gaz bulutu altında kapılarını direnişçilere açık tutan, su ve soda gibi içeceklerden para dahi almayan, HalkTV’yi açarak gaz saldırıları arasında soluklanmamıza ve bilgilenmemize imkan sağlayan cafenin sahibi ve çalışanları; evinden çıkıp yoldakilere sirke ikram eden kadınlar; gözlerim gaz bombalarından kapanmışken koluma giren ve beni sağlam bir köşeye çeken tanımadığım insanlar; elindeki maskesini ısrarla bana vermeye çalışanlar, ve Taksim civarındaki evlerini onlarca kişiye gözünü kırpmadan açan arkadaşlarım var.

Tüm bunlardan belki daha da şaşırtıcı olan, şu anda Gezi Parkı’nda kurulmuş olan sınıfsız, parasız hayat. Evet, hayatın kalanı hala sınıf ve para üzerinden örgütleniyor ama her gün yüzbinlerde insanın gittiği, binlerce insanın gecelediği bir kamusal alan var ki içinde para geçmiyor. Parkın etrafı “park içerisinde hiçbirşey ücretli değildir!” yazılarıyla dolu. Parkın hemen dışında seyyar satıcılardan alışveriş yapabiliyorsunuz ama içeride yemek de su da hava da (gaz bombaları izin verdiği ölçüde) sağlık da bedava. Sivil İnisiyatif’in kurduğu etkileyici sistem sayesinde, temizlik ve yemek elbirliğiyle yapılıyor, gönüllülerin getirdikleri malzemelerle hazırlanan yemekler herkesi bir şekilde doyuyor. Hatta son derece leziz yemeklerle doyuruyor: Tepemize helikopterden gaz bombası atılan 3 Haziran gecesi yediğim dolmanın tadı hala damağımda!

Her sınıfa açık bir paylaşım ve dayanışma mekanı olan, paranın geçmediği Gezi Parkı, yalnızca üst sınıfın girebileceği ve “alışveriş” yapabileceği Topçu Kışlası’nı daha da “çıplak” kılıyor. Kamusal alanların, hayatın ve ekonominin daha fazla eşitsizlik değil, eşitlik, paylaşım ve dayanışma üretecek şekilde örgütlenebileceğine dair herkesin ezberlerini bozan bir model sunuyor. Bunu yaparken de son yıllarda giderek kimlik politikaları üzerinden ifade bulan siyasetin ana eksenlerini yerle bir ediyor.

Bu yeni kurulan paylaşım alanında laik-dindar Müslüman; Kürt-Türk-Ermeni-Çerkez-Laz, kadın-erkek, eşcinsel-heteroseksüel, trans cinsiyetli-düz cinsiyetli, eğitimli-eğitimsiz, İstanbullu-göçmen gibi kimlikler üzerinden kurulan pek çok ayrım Gezi Parkı’nda eriyor, birbirine giriyor. Ebru Nihan Celkan’ın 9 Haziran’da yazdığı twit’te (“bu birliğin hangi harekete benzediği göreceli ama queer olduğuna şüphem yok”) dediği gibi belki de Gezi direnişini en iyi tanımlayan ifadelerden biri “queer.” Herkesin bir diğeri olabildiği, kimlik kurgularının (taraftarlık dahil) ve duvarlarının sorgulanmaya başlandığı, ötekileştirmenin adım adım aşındığı, her türlü “şey”in paylaşıldığı bir çeşit “queer yoldaşlığı” ile karşı karşıya görünüyoruz (4).

Zafer değil direniş, savaş değil barış: “Yol ver gelsinler, insanlık görsünler”

Biberine gazına copuna sopasına
tekmelerin hasına, eyvallah eyvallah
şamarı yüzümüze, garezi dilimize
şerefe hepinize eyvallah eyvallah
(Duman, “Eyvallah”)

Gezi direnişini iktidar (ve dolayısıyla polis) açısından çok zor kılan üç yapısal özelliği var: Kitleselliği, lidersizliği (bir başka deyişle örgütsüzlüğü), ve şiddetten arınmışlığı. Cumhuriyet tarihinin belki de en kitlesel hareketi olan Kürt hareketiyle yıllarca şiddet aygıtlarını güçlendirerek ve sonuna kadar kullanarak mücadele eden devlet (ve çeşitli hükümetler), son aylarda liderleriyle yaptığı müzakerelere dayanan bir “barış süreci” yürütüyor. Oysa Gezi direnişinin merkezinde ağaçlara sarılan, yanyana duran ve birbirinden güç alan, gaz bombalarıyla savrulmayan insan bedenleri var. Şiddet uygulayan değil üzerlerine  şiddet uygulanan bedenler (5). Şiddetten arınmış eylem biçimi, özellikle de böylesi bir kitlesellikle ifade bulduğu zaman iktidarın şiddet aygıtlarını “çıplak” kılmış ve onları etkisiz bırakmış oluyor. Gezi direnişi boyunca yaşanan tam da bu oldu. Yaşadıkları onca şiddete ve yaralanmaya rağmen onbinlerce direnişçi şiddetten uzak durdu. Önlerde duran ve doğrudan üzerlerine gaz bombaları atılan (ve bir kısmı bu yüzden ağır yaralanan) az sayıda direnişçinin atılan gaz bombalarının kapsüllerini polise geri fırlatması veya taş atması istisnai durumlar oldu. En yaygın tepki bombalar karşısında hep birlikte ses çıkarmaktı. 31 Mayıs günü ve gecesi boyunca atılan yüzlerce gaz bombası onbinlerce gösterici tarafından “yuuuuh” sesleriyle ve havaya kalkmış ellerle karşılanıyordu. Bu sırada kimi direnişçi zafer işareti veya yumruk işareti yapıyor idiyse de çoğunluk avucunu açmakla yetiniyordu: “Gaz bombalarınız bizi püskürtemez, onların karşısına çıplak ellerimizi, bedenlerimizi koyuyoruz, size de ‘yuh’ diyoruz” mesajı veriliyordu.

31 Mayıs ve 1 Haziran’da biraraya gelen insanlar birbirini tanımıyordu, kimse onları yönlendirmiyordu. Verilen tepkide ve bu tepkinin şiddetsizliğinde nasıl ortaklaşıldığını anlamak için daha çok tartışmaya, araştırma yapmaya ihtiyacımız var. Ama sonrasında başka dinamikler devreye girdi: Militarizmi ve şiddeti reddeden vicdani retçilerden yıllardır şiddetten arınmış direnişin en etkili örneklerini veren Greenpeace aktivistlerine, feministlerden LGBT aktivistlere, şiddeti uzun süredir sorgulayan özgürlükçü sol gruplardan sivil toplum çalışmalarında çatışkı çözümleriyle uğraşmış aktivistlere kadar birbirinden farklı pek çok grup ve kişi şiddete karşı yöntemler ve, mizahı da çok güzel kullanan, bir dil geliştirmeye başladılar.

“Zafer değil direniş, savaş değil barış”
“Savaşmıyoruz, barışıyoruz”
“Öldürmeyeceğiz, ölmeyeceğiz, kimsenin askeri olmayacağız”

Bu sloganların sosyal medyada ve parkta paylaşılmaları, taraftar gruplarının (özellikle de Çarşı grubunun) benzer bir yaklaşımı benimsemesi, şiddetsizliği kendiliğinden gelişmiş bir tepkiden ortaklaşılmış bir eylem stratejisine dönüştürdü. Son günlerde Park’ta yaratılmaya çalışılan çok sayıda provokasyonun da bu sayede altedildiğini konuşuyor herkes.
Gezide kurulan siyaset dili yalnızca şiddetsizlikle değil, aynı zamanda mizah ve ironiyle örülüyor. Asık suratlı algılamaya alıştığımız siyasetin mizah ve ironiyle yapılabileceğini, mizahın en ciddi ve en güçlü direniş biçimlerinden biri olduğunu öğreniyoruz hep birlikte. Gezi Parkı’nda kocaman rengarenk bir afiş sallanıyor: “Neşe direnişin kahkahasıdır.” Aynı zamanda gücü de olduğunu öğreniyoruz, gün be gün deneyimleyerek.

Mizahla örülen şiddetsizlik dilinin en son ve güzel ifadelerinden biri Başbakan Erdoğan’ı havalimanında karşılayanların büyük bir öfke ve kinle haykırdıkları “yol ver gidelim, Taksim’i ezelim – ya Allah Bismillah Allahüekber” sözlerine Park’tan gelen ortak yanıt oldu: “yol ver gelsinler, insanlık görsünler.”

Gezi’de hep birlikte şiddetsizliğin gücünü ve şiddetsiz paylaşımın sıcaklığını öğreniyoruz. Şiddeti, ayrımcılığı, ırkçılığı meşrulaştıran siyaset dilinin karşısında şiddetsizliğin vurgulandığı ve her türlü iktidarın sorgulandığı bir dil kuruluyor ve hayata geçiriliyor. Yaşanan mücadelenin ve şiddetin sertliğine rağmen “zafer değil direniş, savaş değil barış” diyebilmek müthiş bir iç gücü, kararlılığı, kendine güveni ifade ediyor.

“Zafer” bir sonun ifadesi ve yeni bir iktidarın kurulma anını tanımlıyor. Gezi’de ise “son”lar yok, “bu daha başlangıç, mücadeleye devam”!

(1) Yaşar Adanalı’nın “Başka bir kent mümkün” altbaşlığıyla hazırladığı Türkçe ve İngilizce bloglar bu konuda en kapsamlı ve derli toplu bilgi veren sanal mecralardan biri:
http://mutlukent.wordpress.com ve http://reclaimistanbul.com/reclaimistanbul/
(2) DirenGezi facebook sayfasında bunlar gibi çok sayıda örnek mevcut: https://www.facebook.com/geziparkidirenisi?fref=ts
(3) Çiçek Tahaoğlu, “Kadınlar cinsiyetçi yazılamaları sildi: ‘Küfürle değil inatla diren’”, Bianet, 4 Haziran 2013,  http://bianet.org/bianet/kadin/147234-kufurle-degil-inatla-diren
(4) Queer yoldaşlık kavramını Judith Butler ortaya atmıştı: http://bianet.org/biamag/insan-haklari/125328-queer-yoldasligi-ve-savas-karsiti-siyaset
(5) Türk Tabipler Birliği’nin açıklamasına göre 6 Haziran itibariyle Gezi’yle ilişkili eylemlerde 3 kişi hayatını kaybetti, 12’si ağır olmak üzere 4785 yaralı var: http://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/veriler-3842.html