Bir süredir bol bol çocuk kitabı okuyorum. Üstelik her kitabı sadece bir kere değil, tekrar tekrar okumak durumundayım. O yüzden iyi kitapla kötü kitap arasındaki farkı yaratan ayrıntılar her okuyuşta daha çok dikkatimi çekiyor. Çocuk kitapları büyüklerin dünyasına has pek çok sorun barındırıyor. En başta zararsız görünen bu kitapların aslında ciddi ahlâki meselelerde çocukları nasıl yönlendirebileceğini fark ediyorum.

En baştan söyleyeyim: Kötü kalpli cadıları ve sonunda karnına taş doldurularak bir kuyuda ölüme terk edilen kurtları anlatan kitapları zaten satın almıyoruz. Cici prenses masallarına ve aylak aylak dolaşıp “kahramanlık” yapan prenslere de karnımız tok. O yüzden bu yazıda anlatacaklarım bunlar değil.

Bu yazıda hayvanlı çocuk kitaplarında hayvanların nasıl ele alındığı üzerinde duracağım. Bu esnada kendimce iyi ve kötü bulduğum birkaç kitabı da tanıtacağım. Hayvan deyip geçmeyin; çünkü günümüzde birçok çocuk, ilk ahlâk derslerini genellikle hayvan suretinde çizilmiş hikâye kahramanlarından öğreniyor. Hemen hemen bütün hikâyeler hayvanlar aracılığı ile anlatılıyor. Şu an evimizdeki kitaplardan yüzlerce hayvan figürü taşıyor.

Hayvanlı kitapları iki temel kategoriye ayırmak mümkün.

1- İnsanlaştırılmış hayvanlar: Genellikle bu cins kitaplarda, hayvanlar hakkında uydurulmuş birtakım nitelikler insan dünyasına naklediliyor: kötü kalpli kurt, ormanlar kralı aslan, sinsi çakal, sevimli panda gibi. Benzer şekilde, hayvanlar arasında (birçoğu yanlış bilgiye dayanan) çeşitli hiyerarşiler de insan toplumuna yansıtılıyor, insanlar arasındaki hiyerarşiyi doğallaştırmak için kullanılıyor. Biz her ne kadar mesela tutumlu olmayı öğretmeye çalışan bir kitap okuduğumuzu zannetsek de, çizilen hayvanlar çocukların suratına evvela güçlü ve güçsüz arasında bir fark olduğunu bağırıyor.

2- Bir de gerçek hayvanlar var. Gerçek, yani üstüne binilen, eti yenen, eve alınan hayvanlar… Bunlar genellikle seyir zevki verecek şekilde hep tatlı tatlı gülümserken çiziliyor. Haliyle kitaplarda ne fabrika usulü çalışan mezbahaların ne tavuk çiftliklerinin ne de vahşi hayatın neredeyse tükenmiş olmasının bahsi geçiyor. Bütün çiftlik hayvanları neşe içinde, bütün aslanlar ve zebralar özgürce koşuyor. Diğer bir deyişle, hayvanların hayvan olarak gösterildiği durumda bile gerçekçilikten söz etmemiz mümkün değil. Muhtemelen tüm bu kitapların amacı çocukların hayvanlara karşı bir yakınlık duymasını sağlamak.

Ancak, hayvanlara olan bu yoğun ilginin çoğu durumda hayvan sevgisi aşıladığından şüpheliyim. Karşıdaki varlığı kendi vehimlerimize alet eden tuhaf hikâyeler var karşımızda. Bu halleriyle çocuk kitapları aslında yabancılaşmanın, sömürünün ve adaletsizliğin örneklerini sunuyor.

Bir örnek vererek başlayalım: Pati Eğitim Gereçleri’nin bastığı Evcil Hayvanlar Şarkı Söylüyor isimli kitap. Sesli bir kitap bu. Düğmeye basıp kedi, kuş, köpek sesi dinleyebiliyorsunuz. Kapağında küçük bir kız çocuğu var; bir köpeğe sarılmış, bize bakıyor. Kitap güya hayvanları sevdirecek.

Konusu kısaca şu: Bir kız evde çok sıkılıyor, hiç arkadaşı olmadığı için annesine dert yakınıyor. Annesi kıza meyveli yoğurt veriyor, sonra galiba yoğurt kesmeyince kızı alıp bir petshop’a götürüyor. Hayvanlar kafeslerin arkasında “neşe” içinde sesler çıkarıyor. Düğmelere basıp sesleri dinliyoruz. Kız acaba kedi mi alsa yoksa bir kuş mu? Hayır, bir köpekte karar kılıyor. Para verip dükkândan dışarı çıkıyorlar. Son cümle şu: “Cemre bu sürprizi babasına göstermek için sabırsızlanıyordu.”

Hikâyenin hemen arkaplanına bakalım. Bugün İstanbul’da yüzlerce “petshop” var. Burada hayvanlar daracık kafeslerde satışa sunuluyor. Biraz büyüyen hayvanlar satılmayacağı için hemen elden çıkarılıyor. (Çünkü sadece yavrular “sevimli” oluyor, bir de biraz büyüyen hayvanların bir karış yerde akli dengesibozuluyor). Elden çıkarmak derken: Petshop hayvanları ya öldürülüyor ya da ücra bir köşeye salıveriliyor.

Bugün İstanbul’a yakın ilçelerde yüzlerce hayvan yaşıyor, cins hayvanlar… Trakya’da gittiğim şehirlerde bu hayvanları gördüğümde çok şaşırmıştım: Kasabın önünde et kovalayan bir dalmaçyalı! Onlarca köpekten oluşan sürüler akşam şehirlere iniyor, kimi zaman insanlara saldırıyordu. Oralarda herkes biliyor sebebini: İstanbul’da satılamayan hayvanlar bunlar. Üniversitedeki öğrencilerim ise Sabiha Gökçen Havaalanı yakınlarında yüzlerce yavru köpeğin boş bir arazide ölüme terk edildiklerine şahit olmuşlardı. Sebep gene aynı.

Ancak köpeği sokağa salıverenler sadece dükkân sahipleri değil; hevesi geçmiş tüketiciler. Bir hayvana bakmanın ciddi bir sorumluluk gerektirdiği bu kitapta hiç konu edilmemiş. Kızın bir anlık can sıkıntısı yapılan alışverişle gideriliyor. Eğer kız köpeğine bakamazsa, köpeğin yaşamı sokakta, muhtemelen bir arabanın altında son bulacak. Canı sıkılan apartman çocukları heveslerini alsın diye canlar heba olacak. Şu an ne yazık ki bir hayli yaygın bir durum bu.

Burada anlatılan hayvan sevgisi değil; pis bir ticarete hayvanların alet edilmesi. Kitap çocuklara evvela şunu gösteriyor: Biz insanlar diğer canlıları oyun arkadaşı olarak kullanabiliriz. Parayla onları satın alabilir, kafeslerde besleyip evde eğlence maksadıyla barındırabiliriz. Kısaca bu kitapta ne bir köpeğe bakmanın zorluğu ne de onunla kurulan insanca bir ilişkinin emaresi var.

Çocukların zihinleri büyüklerinkinden daha farklı işliyor. Biz “doğru mesajlı” kitapların genellikle iyi olduğunu düşünürüz. Oysa bu her zaman geçerli değil. Çocukların bir hikâyede dikkatini çeken hususlar, her zaman büyüklerin vermeye niyet ettikleri mesaj olmuyor.

Çocuk hikâyelerinin çoğunda (diğer hikâyelerde olduğu gibi) genel bir çatışma havası hâkim. Başkahraman biriyle kıskançlık, alay, beceriksizlik, dâhil edilmeme türünde bir sorun yaşar. Çeşitli olaylardan sonra sorun çözülür, arkadaş olunur, beraber oynanır vs.

Çocuklar hakkında yapılan araştırmalar, çocukların kitabın sonundaki doğru davranıştan ziyade kitap boyunca gösterilen çatışmayı daha çok hatırladığını ortaya koymuş.[1] Yani aklında fenalık olmayan bir çocuğa önce on sayfa boyunca ne tür fenalıklar yapılabileceğini gösteriyoruz, sonra tek bir sayfada fenalığın kötü olduğunu anlatıyoruz. Çocuklar olaylarla sonuçlar arasında bizim kurduğumuz (ya da varsaydığımız) bağlantıları kurmadığı için hikâyeler genellikle hedeflenen amaçları karşılamıyor.

Net Yayıncılık’tan çıkmış Şirin Ördek kitabı buna bir örnek. Şirin ördek sudan, hattâ yağmurdan korkuyor. Kardeşleri ise onunla dalga geçiyor. Kitabın büyük bölümü bu korkuyu ve korku yüzünden ördeğin yaşadığı zorlukları anlatıyor. Son sayfada yanlışlıkla suya düşen ördek korkusunu yeniyor.

Sonuçta sudan korkmanın gereksiz olduğu söylenmiş oluyor. Fakat tüm kitap boyunca çocuğa gösterilen şu: Diğerlerine uyum sağlayamayan, arkadaşlarının yaptıklarını yapamayanlarla alay edilir. Araştırmalar, özellikle küçük çocukların mantık yürüterek, ders çıkararak değil; tekrar tekrar gösterilen örnekleri taklit ederek öğrendiğini söylüyor. O anlamda Şirin Ördek isimli kitap, tek satırlık yalapşap bir mesaj vereceğim diye kitabın genelinde biriyle nasıl alay edileceğini ve zayıf olmanın neye benzediğini gösteriyor.

Herkesin yaptığını yapmaya çalışmak gerçekten şart mı? Tamam, ördeğin doğası yüzmek; ama biz biliyoruz ki burada ördeklerden bahsetmiyoruz. Bir konuda diğerlerinin yaptığını yapamamak neden alay konusu oluyor? Hızlı koşamayanlarla, soruları hızlı çözemeyenlerle, pahalı bisiklete binemeyenlerle alay mı edilir? Daha önemlisi, bu alaylara maruz kalmamak için diğerleri gibi mi olmak gerekir?

Final Kültür Sanat Yayınlarından çıkmış (bu iddialı isimlere bayılıyorum) Salyangoz Simsim hikâyesinde aynı soruna başka bir cevap veriliyor. Kitapta bir kelebek, bir arı, bir uğurböceği ve bir salyangozun arkadaşlığı anlatılıyor. Beraber gezintiye çıkıyorlar. Diğerleri daha hızlı olduğu için (uçabiliyorlar) salyangoz hep geride kalıyor. Arkadaşlıklarının temel faaliyeti salyangoza pek uygun değil.

Birgün gene arkadaşları önden basıp gidiyor; ama yolda kayboluyorlar. Salyangoz geriden geliyor. Arkasında bıraktığı yaldızlı iz sayesinde hep beraber evin yolunu bulmayı başarıyorlar. Salyangoz Simsim günü kurtarıyor. Bu kitabı ilk okuduğumda, “ne güzel, farklı hayvanlar bir şekilde arkadaş olabiliyor, ilk anda zayıf gözükenin bile bir güçlü özelliği var,” diye düşünmüştüm. Fakat tekrar tekrar okudukça bu ilk fikrim değişti.

Takıldığım husus şu: Diğerleri kendini kanıtlamak zorunda değil; çünkü zaten onlara uygun olacak şekilde vakit geçiriliyor. Salyangoz, zamanın büyük bölümünde yalnız başına geriden geliyor. Sonra da günü kurtarması için fazladan bir işe yaraması gerekiyor. Verilen mesaj şu: Maddi eşitsizlik karşısında dahi kendini kabul ettirmek öncelikle zayıfa düşer.

Peki ne olabilirdi? Mesela salyangozun arkadaşları, hepsinin beraber katılabileceği bir oyun geliştirmeye yeltenebilirlerdi. Kitap, ortak noktalarını arayan birkaç hayvanı konu edinebilirdi. Uyum sağlamanın şart koşulması yerine, bu uyumun nelere dayandığı sorgulanabilirdi. Kendini bir başkasının yerine koymak gösterilebilirdi.

Ama hayır! “Toplumda herkesin bir işlevi var; hattâ en işe yaramaz gözükenin bile” şeklinde özetlenebilecek hiyerarşik toplum modeli tekrar gözümüze sokularak sağduyu doğrusu haline getiriliyor. Birileri arkada kalıyor; ama oynadığımız oyunlar hiç değişmiyor. Hayattaki karşılığı ne? Diğerlerine uyum sağlamak! Ama peki ertesi gün ne olacak?

İnsanın sosyalleşmesi denen süreç uyum sağlamasını gerektiriyor, bu doğru. Bir yandan da kendi benliğini diğerlerinden ayırt etmesi gerekiyor. Hem uyum sağlamak hem de kendini diğerlerinden ayırabilmek, hakkında uzun uzun düşünmemiz gereken çok temel insani sorunlar. İkisinde de içerik bir hayli önem arz ediyor. Diğer bir deyişle, uyum sağlamak genel bir tema olarak sunulamaz; neye uyum sağlandığı (veya sağlanmadığı) hakkında anlamlı bir içerik oluşturmak gerekiyor. Böyle düşününce, Salyangoz Simsim kitabında bir uyum hikâyesi değil; çoğunluğun azınlığı peşinden sürüklemesi anlatılıyor aslında. Üstelik uyum sağlanacaksa bile bunun öncelikle azınlıkta olanın vazifesi olduğu söyleniyor.

Bir de varlıkları yoklukları pek bir önem arz etmeyen hayvanlar var. Varlık sebepleri bize gıda vermek, yün vermek, dostluk vermekten ibaret “faydalı” hayvanlar bunlar. Örnek olarak Timaş Çocuk’tan çıkan Boni isimli ayının serüvenlerine bakalım.

İlginç bir kitap Boni. Yazısı yok, sadece resimlerden oluşuyor. Amaç, çocuğun kendi aklından bir hikâye uydurması. En azından diğer kitaplardaki çeviri kokan kötü Türkçe burada karşımıza çıkmıyor. İşin aslı, Boni serisi genel olarak bir hayli başarılı. Şiddet içermiyor, çatışma üstüne kurulu hikâye örgülerinden ziyade gündelik olaylar konu ediliyor, güya iyiyi anlatmak maksadıyla kitabın önemli kısmında kötü örnekler sergilenmiyor.

Ancak gene de burada paylaşacağım bir detay, bana üçüncü sayfa haberlerini çağrıştıracak derecede rahatsız edici geliyor. Boni Özverili Davranıyor başlıklı kitapta Boni bir başka ayıyla yan yana balık tutuyor. Bir balık, ikisinin oltasına birden takılıyor. Boni ve diğer ayı hayvancağızı bir süre sağa sola çekiştiriyor. Ölü hayvanın başında hangisinin onu alması gerektiğini tartışıyorlar. Boni özverili davranıyor, balığı diğerine hediye ediyor.

Benim burada ilgimi çeken kitabın verdiği “görme eğitimi”. Boni bir ayı, yani kitabın kahramanı bir hayvan. Onunla özdeşlik kurmamız bekleniyor. Fakat bu esnada kitaptaki bir diğer hayvanla kurulabilecek özdeşlik yok sayılıyor; zira balık basit bir nesne haline gelmiş. Boni ölse muhtemelen üzülecek olan çocuktan, orada ölmüş bir başka canlıya karşı hissiz kalması bekleniyor.

“Sonuçta bir hayvan ölmüş” deyip geçemeyeceğimizi söyledik. Burada sadece hayvanlardan bahsetmiyoruz; bu kitaplar yoluyla çocukların hayata nasıl bakacağını öğretiyoruz. Hem de güya en zararsız araçlarla. Televizyonlarda tepelerine bomba yağan insanları büyük bir umarsızlıkla seyredebilen bir canlı türüyüz. Bu sadece hafızamızın kısıtlı olmasından kaynaklanmıyor; seçici şekilde umursamaz olmak konusunda sıkı bir eğitimden geçiyoruz. Mesela Hollywood filmleri gerçek savaşları (güya) taklit ederken aynı zamanda şiddeti bir gösteriye dönüştürüyor. Ölenlerin bedenine acı çekmeden bakabileceğimiz birtakım seyirci konumları oluşturuyor. Görmenin, bir şeye bakmanın kendi ideolojik arkaplanı var.

Bir çocuk gibi düşünmeye çalıştığımız zaman Boni kitabı bir hayli tuhaf aslında. Yerde ölmüş bir hayvan var ve iki tane ayı onu paylaşmaya çalışıyor. Pedagoglar, çocuklara ölümü anlatmanın ne kadar incelikli bir iş olduğu konusunda birsürü laf ediyor; ama burada hiçbir önem arz etmeyen bir ölüm, pat diye çocuğun gözüne sokuluyor. Onun da büyükler gibi bunu normal bulacağı varsayılıyor.

Burada ölümü doğallaştırmıyoruz; çünkü ölümü hayata dâhil etmek bambaşka bir sanat. Biz böyle hikâyelerle ölümü nesneleştiriyoruz. Kimilerinin ölümünün önemsiz olduğunu öğreniyoruz. Dünyaya o şekilde bakmayı öğreniyoruz. Amerikan filmleri gibi: Film boyunca birsürü Üçüncü Dünyalı/Canavar ölür; ama biz bir Amerikalı’nın ölümüne ağlamak zorunda kalırız. Ayrımcılık dediğimiz, kör bir taraftarlık dediğimiz, yabancılaşmak dediğimiz bütün melanetler çocuk kitaplarına işte böyle sızıyor.

Peki iyi kitaplar da var mı? Evet, var! Her okuduğumda daha çok hayran olduğum kitaplar var. Üstelik beğenmemin sebebi yetişkin dünyasına hitap eden doğru mesajlar vermeleri değil… Çocuk kitabı öncelikle çocuklara ulaşabilmeli, büyüklere değil. Bunun yolu belki de büyük gibi düşünmemekten, nesnelere yeni bir gözle bakabilmekten, bilindik çatışma ve dram hikâyelerinden uzaklaşabilmekten geçiyor. Tekrar tekrar okurken fark ediyorum güzel kitapların neden güzel olduğunu…

Julia Donaldson tarafından yazılan, Axel Scheffler tarafından çizilen bütün kitapların hayranıyım. Özellikle Yıldırım Türker tarafından Türkçeleştirilen ve Popcore tarafından basılanlar gerçekten harika. Mesela Nohut Oda Bakla Sofa yahut Süpürgede Yer Var mı? hikâyeleri… Aslında basit bir formül kullanıyorlar: Anlattıkları hikâyeleri birinin birine verdiği zarar üstüne kurmuyorlar. Kitabın çoğunu olumsuz duyguların temsiline ayırmıyorlar. O yüzden sonunda uyduruk bir çözüm bulmaya da gerek kalmıyor. Yardımlaşmayı ya da paylaşmayı anlatmak için illa ki paylaşmayı bilmeyen bir “kusurlu” karakter yaratmıyorlar. Mesela Kasabanın En Şık Devi, bütün güzel kıyafetlerini ihtiyacı olanlara dağıtıyor. Hikâye bundan ibaret.

Böyle diyerek kitaba haksızlık etmeyeyim; çünkü hikâye o kadar zarif ki… Mesela her ihtiyacın giderilmesi aynı zamanda hayal gücü gerektiriyor: Devin ayakkabısı bir fareye ev oluyor, kemeri çamurdan geçemeyen köpeğe köprü… Her nesne bir başka işe yarayabiliyor. Üstelik dev, yaptığı iyilikler karşılığında hazine bulmuyor, verdiklerinin karşılığını misliyle almıyor. Paylaşmak için bir ödüle gerek var mı gerçekten? Sonunda daha fazlasını alacağımızın bir garantisi verilebilir mi?

Çok önemli ahlâki bir sorunun en temeline iniyor bu çocuk kitabı. Diğer kitapların ödül ve cezayla dolu dünyasından bambaşka bir dünya sunuyor. Küçük çocuklara sadece güzel örneği gösteriyor. Bunu yaparken de şart koşmuyor, beklenti yaratmıyor, karşılık gözetmiyor, krallık vaat etmiyor. Bir zıtlık yaratmak adına birini kötülemiyor.

Aklıma yeğenimin soruları geliyor: Bir kitap okurken veya bir oyun oynarken devamlı iyilerin ve kötülerin kim olduğunu soruyor bana. Tavla pullarıyla “aşırtmaca” oynarken dahi… Çünkü her iyi karakterin karşısında bir de kötü gerekirmiş gibi bir algısı var. Bu tarz bir zihinsel süreçlerden beslenen pek çok güncel politik tartışma geliyor aklıma. Bu bağlantıları kurmayı okuyucuya bırakıyorum, ben çocuk kitaplarıyla devam ediyorum.

Bir başka Donaldson-Scheffler kitabı: Zogi. İçinde bir ejderha, prens ve prenses geçmesine rağmen bambaşka bir hikâyesi var. En sonunda prenses, prens tarafından “kurtarılmayı” reddediyor. Kendisi için savaşmaya hazırlanan ejderha ve prense şöyle bağırıyor: “DURUN, sizi şapşallar! Dünyada zaten yeterince kesik, yanık, yara bere var. Kurtarma beni! Geri dönüp bir prenses olmayacağım. O süslü püslü, aptal elbiseler içinde sarayda salınıp durmayacağım. Doktor olmak istiyorum ben, dere tepe dolaşıp insanların dertlerini dinlemek, onları iyileştirmek istiyorum ben.”

Anadolu Kültür’ün bastığı çift dilli kitaplar bir başka örnek. Deli Sivrisinek benim favorim.

Mavibulut bu işi layıkıyla yapan bir başka yayınevi. Anne Ben Kimim? kendi çocukluğumdaki kitaplar da dâhil olmak üzere okuduğum en güzel kitap. Mimi küçük bir kız. Neler olabileceği üstüne hayaller kuruyor. Bizim öğretim sistemimize taban tabana ters hayaller bunlar. Sonunda sevginin en güzel örneklerinden biri veriliyor.

İngilizce bir kitap, umarım Türkçe’ye de çevrilir. Peter Horn ve Cristina Kadmon’un When I Grow Up kitabı… Ben Büyüdüğümde… diye çevrilebilir. Bir baba-oğul kaplumbağanın geleceğe dair kurdukları hayalleri anlatıyor. Çocuk en sonunda meslek olarak baba olmaya karar veriyor. Ne hayvan hiyerarşisi ne de kötülük yapma peşinde hayvanlar var kitapta.

Daha en başta dediğim gibi çocuk kitaplarındaki hayvanlar genellikle insan toplumunun ahlâki sorunlarının tartışıldığı birer paravan olarak kullanılıyor. Her durumda, bugün çocukların dünyasında hâlâ büyük oranda kahramanlık-başarı-evlilik hikâyeleri hâkim. Ben bu yazıda bunlara değinmedim bile.

Bir noktanın altını yeniden çizme ihtiyacı hissediyorum. Büyüklerin bakıp algıladıklarıyla çocukların gördükleri örtüşmeyebilir. Biz on yıllarca birtakım saçmalıkları doğallaştırıp görmemeye alışıyoruz. O yüzden bazı detaylar bize önemsiz gözükebilir. Çocukların gördüğünden başka sonuçlara ulaşabiliriz. Ancak çocuk zihninde henüz bizdeki kalıplar gelişmemiş.

Belki biraz da bu yüzden bize doğru gelen yöntemler sürekli yanlış sonuçlar veriyor. Bir kitap “zalim olmak kötüdür” mesajı vermeye çalışsa da aslında çocuğa dünyanın zıtlıklardan oluştuğunu, belli tiplerin (mesela kurtların) kötülüğe yatkın olduğunu, farkların sabit olduğunu ve mazlumun her zaman kazandığını öğretiyor. Oysa bu mesajların hiçbiri doğru değil.

Sonuçta hayatı boyunca insanları tipine göre ayıran, hiyerarşi düşkünü, dünyaya iyiler (örneğin Türkler) ve kötüler (örneğin Ermeniler) gözlüğüyle bakan, yani henüz çocuk kitaplarının etkisinden kurtulamamış bir toplum çıkıyor karşımıza. En basit zalimlikler çocuk kitapları gibi zararsız görünen araçlarla nesilden nesile aktarılıyor.

[1]-Po Bronson ve Ashley Merryman (2009), Nurture Shock: New Thinking About Children.

http://ozanoyunbozan.blogspot.com/