Kentsel ranta dayalı ekonomik büyüme modeli ülkenin son 15 yılına damgasını vurdu.

Şehirlerin merkezinde kalan tüm değerli kamu arazileri kamunun inşaat fabrikası mahiyetindeki TOKİ’ye devredildi ve karşılığında da askeriye için Kalekollar, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı için de sosyal hizmet binaları, vb. yapıldı.

Daha fazla istihdam, daha fazla ekonomik büyüme, daha fazla şölen, daha fazla tören, daha fazla açılış, daha fazla göz boyama silsilesi içinde devran döndü gitti.

Taksim meydanı gibi şap betonu şaheser diye yuttururcasına yepyeni bir model doğdu: Betona tapan bir medeniyet.

Bu sözde medeniyetin inşasından çocuk yuvaları ve yetiştirme yurtları da nasibini aldı. Alanda çalışan sivil toplum kuruluşlarının tümünün söylediğinin aksine çocuklar, aileden ve toplumdan izole edilerek, “Sevgi Evleri (!)” adı altında, insandan, toplumdan, şehirden ve denetimden uzak, bir garip Çocuk Koruma(!) Sisteminde hayata hazırlanıyordu.

Tüm Türk modernleşmesi gibi yaldızlı bir model değişimiydi olan. Önce akademik araştırmalarda sevgi evlerinin başarısızlığı anlatılmaya başlandı. Ardından da kendimizi bildik bileli kurumlarda 3-5 senede bir patlayan skandallar arka arkaya gelmeye başladı. Yeni Türkiye’nin yaldızlarını döken skandallar. Daha doğrusu Eski Türkiye’nin de yeni Türkiye’nin de kötü olduğunu hatırlatan skandallar.

Halbuki çözüm basitti. Yalnızca şu önkabulden yola çıkılabilseydi: “Kurum bakımı çocuk istismarının ve ihmalinin kurumsallaşmış halidir. Kurumlar kapatılmalı, çocuklarımız Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesinde belirtildiği şekilde, aile ve toplum temelli hizmetlerle çocuklar hayata hazırlanmalıdır.” denebilseydi.

1990 yılında imzaladığımız Çocuk Hakları Sözleşmesi uzun yıllar ötelenmesiydi. Çocukların katılım hakkı gibi en temel hakları bile dikkate alınsaydı.

Çok az sorun davranış gösteren çocukları bile, psikiyatrik ilaçlarla Elazığ’da olduğu tedavi etmeye çalışılmasaydı. Ruh Sağlığında İnsan Hakları (RUSİHAK) 2013 raporunda bir akıl hastanesi çalışanın dediği gibi, hastaların yarısı yuvadan gelmeseydi.

Ne mi yapmalıydı? Çözüm ne miydi?

Çocukların aile yanında büyümesi koşulsuz savunulmalıydı.

Gelişmiş ülkelerin terk ettiği, arkaik bir model olan yuva ve yurt yapımlarına set çekilmeliydi. Bu alanlara Avrupa Birliğinde olduğu gibi, kaynak ayrılmaması, tüm kaynakların aile temelli hizmetlerin geliştirilmesine ayrılması savunulmalıydı.

Çocukların kurumlarda çalışan personelin dışında, ast-üst ilişkisi bulunmayan psikologlara erişimi sağlanabilmeydi

Dahası, personel eliyle bakım sonlandırılmalıydı.

Yuva ve yurtlar şehirlerin dışına taşınmamalı, arazileri satılsa bile şehir içinde apartman dairesi kiralanması gibi usullerle günlük yaşam içinde evlerde yetiştirilmeliydi.

En iyi sivil toplumun araba bağışlayan bina yapan algısından sıyrılınması ve sivil toplumun sinir ucu gibi çalışarak sorunları hissedebileceği görülmeli, yuva ve yurtların bu kuruluşların denetimlerine daha açık hale getirilmesi sağlanmalıydı.

Devletin sorunların üzerini örtme yaklaşımından ziyade, toplumla işbirliği içinde sorunları çözmeye çalışması gerekirdi.

Gizlilikle mücadele edilmesi gerekirdi.

Sorunların tümüne ilişkin kaliteli istatistik yayınlanması gerekli idi.

Bu ve benzeri onlarca öneri dikkate alınmadığı için, bugün ulusal basına yansıması, yarınsa dün York Düşesi Sarah Ferguson’un insan deposu dediği Saray Rehabilitasyon Merkezini çekip gibi uluslararası basına yansıtması gibi skandallar kaçınılmaz.

Yuvalardaki şiddete ve istismara giderek duyarsızlaşan bu ülkede, #susma #Elazığ

***

(Not: Fotoğraftaki Sivas Sevgi Evleri şehrin tamamen dışındadır.)

Bu yazı, hayatsende.org‘dan alınmıştır.