Çocuk dediğin ateşlenir. Bizimki de geçenlerde ateşlendi. Ama bizim geçen yıl bu zamanlar, ‘ateşli havale’ deneyimimiz oldu ne yazık ki. Bu sebeple oğlumuzun ateşi ne zaman 38’i geçse ve bir iki saate de indiremezsek alıyoruz soluğu hastanede.

39’a yükselmesini beklemek onların tekmilleri arasında olsa da, bunu duymazlığa veriyorum. Bu seferki sorun kıpkırmızı olmuş boğazındaydı.

Reçetemize bir çeşit antibiyotik yazıp bizi eve gönderme niyetindeydiler. Biz kalmak istedik, nitekim de hastanede sabahı ettik. Bu arada doktoruna gidip neden antibiyotik yazdığını sordum. Bana “Gerekiyor, Eğer vermezseniz ciğerlerine iner işte o zaman daha kötü şeyler olur” cevabını verdi.

Alenen tehdit etmişti beni ya da ben öyle hissetmiştim. Ama o bu yaptığının farkında mıydı? Benim nasıl bir yarama dokunduğunun? Sanmam! 2,5 yaşındaki bir çocuğa antibiyotik vermek bana acımasızlık geliyor. Sabah 05.00’da hastaneden ayrılırken artık bebeğimin neşesi yerine gelmişti. Ama doktor yeniden ve inatla “antibiyotik şart, ihmal etmiyorsunuz”u tembihlemişti. “hı hı, tabi tabi” deyip geçiştirdim.

Kâbus gibi çökmüştü doktorun malum tehdit içeren cümlesi. Bütün gün taşıdım içimde. Zaten ağrıyan sırtımın acısı daha da çok artmıştı. Daha önce kendim için gittiğim kulak burun boğaz doktorunu hafta sonu olduğu için çıkışına 5 dakika kala yakaladım. Ona, oğlumu antibiyotik kullanmak istemediğim için getirdiğimi söyledim. O da hemen beta virüsü olup olmadığına baktırmak için beni laboratuvara gönderdi, oğlanın boğazından kür alındı (hastanede yapmayı atladıkları şey buydu).

Beta çıkmadı. Oysa hastaneden verdikleri reçetede “beta” yazıyordu. Ateşi normale dönmüştü. KBB uzmanı: “ateşi yükselirse yeniden antibiyotik verirsiniz ancak şimdilik gerek yok” dedi. İçim rahatladı, en azından bir parça. Ta ki bugüne kadar… İşte bugün homeopatımız ve pediatrımız oğlumu görünce ve hakkında iyi şeyler söyleyince rahatladım. Ama sabah daha önce yılana sarılır gibi sarıldığım soğuk algınlığı ilacının 6 yaşından küçük çocuklara verilmemesi gerektiğini okumayı anlamıştım (sonsuz suçluluk duygusu yedi bitirdi beni). Bir de doktorumuz demez mi ki: “o ilaç yurtdışında toplatılıyor” diye… Evet antibiyotik vermediğim için kendimi tebrik ediyorken daha büyük bir yanlışa düşmüştüm.

Çocuk bu bir biçimde iyileşir. Peki ya içsel yaralar ne olacak? Mesela hastanedeki doktor başka bir travmamı hatırlamama sebep olmuştu: 9’uncu ayını tamamlamış olmasına ve doğumuna bir hafta kalmış olmasına karşın henüz dönmemiş olan oğlumun doğumundan birkaç saat önce doktorun: “almazsak eğer bebek zarar görür!” tavrı anında gözümde canlanmıştı. (Alice Miller’ı 18 yaşındayken okumuş olmanın etkisiyle normal doğumu kafaya takmış bir hamileydim.)

Peki hiç mi doktorlarla empati kurmuyorum? Kuruyorum elbette! Çok yoğunlar, herkese laf anlatmak zorundalar. Dahası, aldıkları öğrenimin temeli bir biçimde ne olursa olsun riske girmeden hastayı en olması gerektiğini düşündükleri şekilde iyi etmek değil midir? Peki ya sistem… İşte asıl tıkanıklığın yegâne sebebi…

İşte istismar burada temelleniyor kanımca. Anneyi istismar, çocuğu istismar, hastayı istismar… Hastanede sabahladığımız gece aynı üç metrekare alan içinde 3 tane çocuk ve onların yakınları vardı. Çoğunlukla da anneler. O gece annelerden biri kendi içindeki suçluluk duygusu yetmezmiş gibi bir de çocuğu ateşlendiği için aile büyükleri tarafından suçlanıyor, ağlamakla ufak çapta bir kriz geçirme hali arasında gidip geliyordu. Bu anneye aile büyüğü tarafından yapılan da mı istismar değil? Ya da hemşirenin içinde biraz azarlama bulunan cümleleri? Sistem bunun neresinde?

Hadi benimki ya da oradaki kadınların yaşadıkları son derece bireysel hikâyelerdi. Hatta neredeyse her gün tekrar eden ve basit görünen…

Günde kaç kere istismara uğruyoruz?

Hastanelerde, okullarda, iş yerlerinde…

Ne çok istismar konuşur olduk! Ve beraberinde gelen idam cezası tartışmaları… N.Ç.’yi hatırladım bu süreçte. Çocuğa etmediklerini bırakmadılar bir de “kendi rızasıyla oldu” dediler, tecavüzcülerine ceza bile vermediler. Düşünün ki idam cezası onayladı, darağacına önce kim gidecek? Tecavüzcüler mi, yoksa mağdurları mı? Yoksa ‘aydınlar’ mı? Peki ya Berkin’in katilleri? Annelere zulmedenler? Ya Mazlumlar? Çocuklara işkence edip onları öldürenler? Peki savaşlar? Savaşlarda çocuklara ne oluyor? Peki, çocuk istismarı, katli tek tek olunca idamı istenecek kadar büyük bir suç oluveriyorken, toplu yapılanlar neden kelamı edilmeyen meseleler haline gelip, sadece istatistik ya da vaka olarak anılıyor?

Öte taraftan istismar deyince aklıma birkaç gün içinde hapishane duvarlarının nemini ciğerlerine depolamaya başlayacak olan, bırakın annesinin memesini (çünkü kadıncağızın sütü çoktan kesildi) cam biberondan dahi beslenemeyecek olan Özgür ve Lorin geliyor. Hastalandıklarında, yanlış ilaç yazmaktan çekinmeyecek, yanlış teşhis koymaktan yüksünmeyecek doktorların ellerinde olacak hatta anneleriyle bile birlikte tedavi olmaya gidemeyecek, aşılarını olduklarında belki hiç tanıdık olmayan kokulara sığınmak zorunda kalacak, ihtiyaçları olan bebek bezlerinden farklı numaralarda bebek bezlerini bedenlerinde taşımak zorunda olacaklar. Dahası tanımadıkları bin bir koku, ses ve nefesle aynı koğuşta yatmak zorunda kalıp belki de uyuyamayacaklar. Altı aylık oldular mı sahi? Steril bir ortam peki? Anneleri tek başlarına ne yapacak bu bebeklerle?

Anneleri Mülkiye’nin suçu ne mi? İçlerinde Nazım Hikmet ve Noam Chomsky’nin de yer aldığı yazarların neredeyse artık bakkaldan bile alınabilecek kitaplarını satmak. Kime mi: bir fırıncıya sorun bakalım biliyor mu bugün ekmeğin en sıcağını kime sattığını.

Bu yazının şarkısı ‘Adaletin bu mu dünya!’