“Kerbela’dan bugüne ‘zulme lanet, ölene rahmet’ diyerek yas tuttuklarımıza bir yenisi daha eklendi…”

Dilek Doğan gitti.

Kaynak: Twitter

*
25 yaşındaki gencecik bedeni dayanmadı. Kalbi durdu, beyni bir daha ödem yaptı. Aldığı kurşun yaraları iflah olmadı.  Hastane önünde bekleyen bir avuç insanla, dua edebilen başka bir avuç insanın dilekleri gerçek olmadı. Ailesi hastane önünde ne zaman durumuyla ilgili basın açıklaması yapmaya çalışsa, polis saldırdı.

Neden? Çünkü Dilek’i kendi evinde, ailesinin gözleri önünde polis vurdu.

“Ankara’da arkadaşlarımız öldü. Sizin ayaklarınız kanlı.  Evimizi kirletmeyin, galoş giyin” demiş polise vurulmadan önce.

Dilek’i polis, “galoş giyin” dediği için değil, Alevi, Kürt ve ‘öteki’ olduğu için vurdu. Evinde. Bu gerçeği algılayabilir misiniz? Annesi acıdan mecalsiz haldeyken hastane önünde polisin gazını yedikten sonra, “çocuğuma bombacı, terörist demesinler, evimde ayağımın dibine düştü çocuğum” dedi.

Bir annenin daha ahını aldılar, yeter mi?

Dilek de öldü. Öldü demek de doğru değil, çünkü kendiliğinden veya kazayla değil,  “emri ben verdim” ile “zalimin yanında olacağız” diyenlerin polisi öldürdü Dilek’i. Siz hiç yargılanıp ağır ceza alan polis gördünüz mü bu ülkede? Dilek’i vuran polisin namı almış yürümüş, eski işkenceci diye… Yetmedi sokakta öldürdükleri çocuklar, tecrübeli katliamcıları evlere kadar gönderiyorlar artık.

*

Hayatımız “#…..ölümsüzdür” sloganından ibaret oldu, kaç isim daha yazacağız böyle? Yalan işte. Kimse ölümsüz değil. Anasına, abisine, babasına anlatsanıza? Berkin’in, Ali İsmail’in….Ceylan Önkol’un anasına hiç anlatamadığımız gibi. Ölüm acısı listemiz öyle uzun ki… Gün be gün yeni isimler eklediğimiz, sonu bilinmeyen liste.

Başbakan Davutoğlu Dilek’in öldüğü gün “Nişantaşı’ndan Kandil’e terör köprüsü kuruyorlar” diyordu.
Köprü lazım değil, sizin polisler evinde öldürüyor gençleri…

*

“Dilek’in sarıldığı çocuklara nasıl anlatacağız öldüğünü?” diye yazmış Meryem Göktepe, gazeteci Metin Göktepe’nin ablası.

Sahi, çok küçük yaşta katilleri gören çocuklar nasıl büyüyecek bu ülkede?

*

Twitter’da toplaşıp bekliyoruz ailesinden habersiz adli tıbba kaçırılan Dilek’in cenazesinin akıbetini. Daha önceki tecrübelerimizden biliyoruz, cenazeyi vermemek için ‘direnebilir’ emniyet. Ve fakat o kadar kör gözüm parmağına ki bu sefer, cesaret edemiyorlar, gecenin bir vaktinde veriyorlar cenazesini, mahallesi Armutlu’da sokakta karşılıyor komşuları kara kızlarını…

Haber geliyor sonra, ertesi sabah 11:00’de anma için Armutlu Cemevi’nde toplanılacak. Törenin ardından cenaze defin için Armutlu’dan Maraş’a uğurlanacak.

“Çok kalabalık olsak cenaze töreninde? Bir şey yapamadan öylece duruyoruz, bari son görevde beraber olsak?” diye yazıyorum Twitter’da, üstüne tuz biber niyetine  “nasılsa burada yazanların çoğu gelmeyecek yarın cemevine” diye gerçekleri usul usul fısıldayan arkadaşlarımın kelimelerine bakıyorum. Bir şey yapamıyor olmanın çaresizliğinden bıkıp usanmışım.

Sabaha kavuşsa da gün aymayan gecelerden birini daha geçiriyoruz. Uyuyamamak, artık rutin bizim için.

*

Dilek Doğan’ın cenaze töreninden sonra, yine gece sabaha karşı içimde yüzlerce yetersiz kelime,  gündüz yaşadıklarımızı yazabilir miyim, yazıp da kayıt düşer miyim, yazarsam bu içimdeki çaresizlik hissinin altında ezilmekten biraz kurtarır mıyım diye boş beyaz ekrana bakıyorum. Bu okuduğunuz kelimeler, o ekrana düşürdüğüm duygularım olabilir ancak. Ötesini anlatacak kelimeleri bilmiyorum.

Bir gece önce geç saatte, sabah çok erken yazışmışız arkadaşlarımla, Dilek’i uğurlamaya gideceğiz Armutlu’ya. Derya, Püren,  Ali Fuat, Sevim, ben. Bu kadarız. Biliyorum, üç-beş tanıdık yüz daha olacak cemevinin bahçesinde, hepsi o kadar. Hep böyle. Artık kaç tane cenazede hep aynı yüzlerle buluştuğumuzu unuttum.

Oğlum Nazım Özgün’ün can ablası Müge Armutlu’da otururdu eskiden, epey gitmişliğim var, ama hiç Armutlu’nun dibine kadar inmişliğim yok. Bir kez de meydana kadar Hasan Ferit Gedik için gitmişim, hepsi bu. Sadece yolu biliyorum.

Metrodan sonra minibüse biniyoruz, bildiğim yol Müge’lerin eski evinde bitiyor. Sorunca, minibüsteki bir genç kadın, “cenazeye mi geldiniz, aşağıda cemevi” diyor. Aşağıda… Henüz bilmiyorum, ‘aşağıda’ ne demek…

Genç kadın da bizimle birlikte iniyor. “Dükkanımı kapatıp ben de geleceğim, yokuştan aşağıya devam edin siz” diyor. Yokuş… Daha göreceğimiz bir sürü yokuşun ilki olacağını farkında değilim. Ali’yle yürüyoruz. Sigara alıyoruz bir bakkaldan. Dükkanlar dizi dizi, hepsinin camında ya Dilek Doğan yazıyor veya Dilek’in fotoğrafı var. Armutlu esnafının tamamı kepenk kapatıyor, cenazeye gidiyor. Her yer Dilek Doğan. Koca bir mahalle, yitirdiği kızı için hayatı durduruyor. Artık, cenazeye son görev zamanı.

*

Armutlu Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Boğaziçi Cemevi’ndeyiz. Başka bir yokuşun başında cemevine inmeden hemen önce, kırmızı bayraklı gençler Dilek’in fotoğrafıyla bir iğne veriyor. Ne zaman yakama kaybettiğimiz birinin fotoğrafını taksam, o iğneyi parmağıma batırırım. Adetim değişmiyor, Ali’nin yakasına Dilek’in resmini iliştirirken, parmağıma batırıyorum iğneyi. Azıcık kanıma bakıyorum. Dilek’i düşünüyorum, ne çok kan kaybettiğini.

Cemevinin önünde, bahçesinde anma için toplaşılıyor. Duvarda kocaman bir Hz.Ali gravürü var, çok güzel. Öylece bakıyorum, biliyorum ki becerip de doğru fotoğrafını çekemem istesem de.

Çok kalabalık değil önce, sonra sürekli artıyor gelenler… Bahçede Derya, Püren, Sevim’le buluşuyoruz. Çok acayip, Sevim’i en son Çağlayan Adliyesi’nde gözaltındaki HDP’li arkadaşlar için beklediğimizde görmüştüm, bir aydan fazla olmuş, Püren’i ise daha uzundur kucaklamamışım, en son Altınoluk Cemevi’nin bahçesinde Derya’nın babası Kemal amca için durmuşuz beraber, “yine cemevindeyiz” diyoruz, sarılıyoruz. Biz artık hiç sıradan, normal buluşmalar yaşayamıyoruz.

Efkan’ı da yanımızda görünce nedense rahatlıyorum. Tuhaf bir his işte, avukat ya o, “başımıza bir şey gelse nasılsa Efkan çıkarır bizi” hissi. Halbuki tecrübeyle sabit, bir şey olsa Efkan hep öne geçtiği için önce onu alıyorlar(!). “Saçmalama” diyorum kendime! Sonra gece Püren de aynı hissini yazınca, ancak rahatlıyorum.

Seçim konuşuyoruz, 2 Kasım sabahı ne olacağımızı bir de. Cenazede bile seçim konuşturan kaderimize söyleniyorum içimden. “Nisan’da bir daha seçim olabilir” diyen Efkan’a laf yetiştirirken biz, anneler ve akraba kadınlar geliyor. Beyaz tülbentleri ve kırmızı bantları ile. Derya neden kırmızı bant taktıklarını anlatıyor.

-Derya zaten bütün gün anlatıyor bize usul usul… Ne neden niçin… Hangi ritüel niye var, bu slogan neden böyle… Ben biraz daha fazla cemevinde cenaze görmüşüm Püren’e göre, ama yine de bilmediğim ne çok şey var! Neden bilmiyorum onu da bilmiyorum. Bilmek lazım sadece, o kadarını biliyorum…-

Evlat yitiren anneler geçiyor. Gezi anneleri. Hep ölü çocukların anneleri. Dilek’in annesi ayakta zor duruyor, ama taş gibi. Yüzüne bakınca acısından gözümü kaçırıyorum. Hasan Ferit’in annesi Nuray’ı görüyorum, ben ki Gezi annelerinin hepsini tanıyorum, her gördüğümde gider sarılırım, nedense bugün bir durmuşluk hali, bir kal geliyor bana, bakıyorum bizimkiler de öyle. Duruyorum. Acıyor mu, utanıyor muyum, yoksa hepsi mi, karışık. Anneler yanımızdan geçip gidiyor.

Fotoğraf: Ali Fuat Karasu

Yine bir cemevindeyiz. Yine mahalle dışından bir avuç insanız. Yine. Hep aynı yüzler. Ben, sen, o, biz… O kadar. Çok içimi acıtıyor bu her zaman. Neden bilmem, kızmaktan öte öfkeli bir hüznüm var artık.

Dilek Doğan’ın cenazesi bahçedeyken, ailesi haykırıyor; “sevmeye kıyamadık, siz nasıl kıydınız…” O koca kalabalıktaki sessizlik çok fena.

Fotoğraf: Ali Fuat Karasu

Tepemizden sürekli iki polis helikopteri geçiyor. Dönüp duruyorlar tor tor tor… Çektiği fotoğrafla beraber “Yüce Devlet kendini koruyor” diye tweet yazıyor Ali Fuat. O tweet’i paylaşırken “bizi devletten kim koruyacak?” diye düşünüyorum. Sevim, “bugün cenazede bir şey olmaz, ya gece gelirler, ya da sabah, gençleri alır giderler” diyor.

Etrafımdaki o taş gibi, mermerden sütun gibi duran gencecik yüzlere bakıyorum. Bir daha hangisinin cenazesine geleceğimizi düşündüğümü fark edince nefesim kesiliyor biraz, yere kenara oturuyorum.

Fotoğraf: Ali Fuat Karasu

Püren, köprü yolunda gördüğü kocaman kocaman “özel tim” otobüslerinden bahsediyor. Sağımıza solumuza bakıp, ters bir şey olursa çıkış nereden olabilir acep diye bakıyoruz. Çıkış önemli. Gezi’den beri alışkanlığımız bu. Önce çıkış yoluna bak…

Zeynep Abla’yla tanıştırıyor bizi Sevim, Zeynep Abla cemevinin analarından biri. Öyle deniyor. Dedeler var, bir de analar var. Kadın Alevi inancında değerli ve önemli.

– Püren’in sonradan gece yazdıklarından alıntıyla-

Zeynep Abla gülerek anlatıyor:

“Bizim eve her ay başı gelirler. Geçen gelmişler, evde yoktuk, tuvalet kapısını bile kırmışlar ama bu defa parasını vereceklermiş.”

Gülerek anlatıyor. Kocası “Hayata Dönüş” operasyonundan kalma Korsakoff hastası… “Ne yapacaksın peki?” diye soruyoruz, “gidip emniyete soracağım bakalım” diyor, yine gülüyor. O gülüyor, biz de gülüyoruz. Gülünmeyecek bir şeye güldüğümüz için, Püren açıklama yapıyor arada, “sinirlerimiz bozuldu bizim.”

Bir yanından slogan sesleri geliyor cemevinin, diğer yanından “gelin yemek yiyin” anonsu… Yemek önemli. Cemevlerindeki cenaze törenlerinde aç kalma şansınız yok ama hiç birimiz yiyecek halde değiliz. Kaldırım taşına çöküp oturuyoruz yan yana, niyeyse aklıma Gezi’de barikata taşımak için söktüğümüz kaldırım taşları geliyor. “Kamu malına zarar vermeden oturalım” diyorum. Bizimkiler duymuyor, belki de kendi kendime konuşuyorum. O polis helikopterleri tepemizde hep. Tor tor tor… Püren “bizim vergilerden alınan benzinle  uçan şeyler” diyor, “izin alan mı var?” diyorum, helikopter sesi kadar sinir bozucu bir şey yok o anlarda…

Sonra o helikopterlere küçük ama gürültülü başka şeyler ekleniyor. “Ne bunlar” diyoruz Püren’le, çok cahiliz biz yahu, “drone onlar” diyor Sevim, “cenazeye katılanların fotoğrafını çekiyor, hani yarın öbür gün bir şey olursa, delil olacak.”

Fotoğraf: Ali Fuat Karasu

Püren kırmızı bayraklara bakıyor, yine sinirle karışık gülüyor, “bizi de bayraklarla çekiyorlar yani, aman ne iyi, kimse inanmaz ki..” diyor, ben o kırmızı bayraklara daha alışkınım sanki, hala alışamadığım tek şey ellerinde kırmızı bayraklarla dimdik duran o gencecik kızlarla erkekler. Kaç yaş büyük olabilirler ki Nazım Özgün’den?  3? 5? O kadar işte en fazla. Böyle yaşıyorlar, böyle büyüyorlar, böyle ölüyorlar.

Birden boom diye bir ses duyuluyor, sonra bir daha. Yerimden sıçrıyorum. Püren de sıçrıyor. “Ne ki bu?” diyoruz, korkmuyoruz desek yalan tabii. Derya her zamanki gibi sakin, Ali Fuat sesin geldiği yöne bakıyor, Sevim açıklıyor, “yok bir şey, fişek o, drone’u vuruyor.”

Gezi’den beri egzoz patlasa sıçrıyordum ben, bugün eşik atlıyoruz, drone’a atılan fişeğe sıçrama noktasına da erdik.

“İyi” diyorum Püren’e, “gitti bizim bayraklı fotolar bari.” Züğürt tesellisi.

Fotoğraf: Ali Fuat Karasu

Sonra… Anma bitiyor. O dua metninin içinde duruyormuşum hissim, hep içimde kalıyor. Cenaze cemevinden çıkıyor, kortej halinde Dilek’in evine kadar gidilip helallik alınacak. Dilek’in tabutunu kadınlar taşıyor. Utansam da, bu ritüeli sevdiğimi düşünüyorum. Devrimci filan değilim tabii şu insanlarla karşılaştırınca, ama beni de bir gün kadınlar taşısın isterim.

Fotoğraf: Ali Fuat Karasu

Sonra, hep aynı slogan:

Katil devlet hesap verecek.
Katil devlet hesap verecek.
Katil devlet hesap verecek.
Katil devlet hesap verecek.

Daha kaç cenaze sonra hesap verecek bu devlet?

Yürüyoruz. Kortejin sonundan başına her yaştan insanla yürüyoruz. Upuzun yokuşlardan, bahçeli evlerden, inişli çıkışlı dar sokaklardan geçiyoruz, koca bir konvoy. Öyle arkadayız ki, konvoyun ucu köprünün ayağına kadar giden sokağa inmiş bile.

Fotoğraf: Ali Fuat Karasu

Mahalle çok güzel. Yemyeşil. Muhteşem bir manzarası da var. Bakıp kalıyorsun öyle. Hani tam oturulacak mahalle gibi mahalle. Polisin uğrak noktası olması haricinde…

Sevim şaşkın bakışımıza gülüyor, “şu manzaraya bak, ne biçim rant…hiç çarıklılara bırakırlar mı burayı?” diyor. Zeynep Abla geliyor aklıma. “Ne olacak peki?” sorumuza gülmüştü yine, “bir şey olmayacak, çünkü bırakmayız evlerimizi, mahallemizi.” Düşününce bizde bu inanç, bu güç yok işte. Doğuştan öteki olmakla, sonradan öteki olmak arasındaki fark, bu.

Fotoğraf: Ali Fuat Karasu

Tepemizde hala dolanıp duran polis helikopterleri. Aklımda Gezi’de tepeden yediğimiz gaz. Korkmamak için yanımdaki insanlara bakmak. O yaşlı teyzelere, amcalara, her evin önündeki kırmızı bayraklara, her duvarda yazan sloganlara bakmak, dimdik yüzlere bakmak. Artık korkmamak… “Korku nedir ki, sonunda alt tarafı ölüyorsun…”

Dilek’in cenazesi gerisin geriye cemevine dönerken, önden yürüyoruz bu defa, inip çıkan yokuşlardan ara sıra görüş mesafemize giriyor kırmızı tabutu. 25 yaşında bir kız yatıyor o tabutta, biz de oradayız, mahalleli de. Evinde vurdu polis Dilek’i, yürürken kaç tane teyzeyi duyduk “evimden koştum da baktım Dilek’i vurmuşlar bu defa..” derken. “Bu defa.”

Hiç bilmediğimiz bir hayat bu bizim, polisi anca sokakta protesto yürüyüşündeysek karşımızda gören bizler için, kendi evimizde her dakika polisle mücadele hali, hala çok uzakmış gibi. Ama değil işte artık. Belki de bu yüzden, yokuşlardan geri yukarı cemevine doğru çıkarken artık sanki etrafta gördüğümüz herkes daha tanıdık.

Fotoğraf: Ali Fuat Karasu

Yokuş yukarı yürürken kafamda iki türkü çalıyor sürekli, biri Aynur Doğan’dan Sevdalı Gelin.

Bilmem bir sevdiği var mıydı Dilek’in, varsa bugün gördüğümüz kara yağız delikanlılardan hangisiydi acaba… Türküyü alıp kafamda Dilek’in yanına koyuyorum kendimce. Yokuş yukarı çıkarken Ali türküyü mırıldanmama bakıyor, bir şey sormuyor.
Bütün gün Derya’yla Sevim’e sorduklarımız ve onların anlattıkları dışında aslında belki de hiç konuşmuyoruz. Susmanın sessizliği, bazı anlarda çığlık atmaktan daha derin anlatabiliyor.

Sonra ikinci türküye takılmış plak misali takılıyor beynim: “Ah Kavaklar”, hani Metin Altıok’un kendi sonunu bilmiş de yazmış gibi şiirinden…

Beni hoyrat bir makasla
Ah eski bir fotoğraftan oydular
Orda kaldı yanağımın yarısı
Kendini boşlukla tamamlar
Ah omuzumda bir kesik el
Ki hala, hala durmadan kanar…

-Çok garipti. Cemevinden eve kadar kafamda çaldı. Hatta metroda yürürken kendi kendime söyledim, yetmedi eve gelince 5 kez dinledim. Sonra sustu.-

*

Dönerken, hepimiz aynı otobüsün en arkasında yan yana, karşılıklı oturuyoruz. Derya’yla göz göze geliyoruz, onda acı bir gülümseme, bende karşılığı. Gezi’den beri ne çok konuşmadan anlaştığımızı düşünüyorum o an. “Ne çok öğrendik bugün yine” diyorum Püren’e, dizlerimiz birbirine değerken. Sevim, “geldiniz ya, ondan” diyor. Artık iyi anılarımızdan daha çok acı anılarımız olmasına alışıyoruz, sanırım en ağırı bu.

“Çay içelim” diyor Derya, “çay içelim, oturalım bir yerde..”

Çay iyi gelir, Derya bilir.

Bir cenaze daha bizim için böyle bitip gidiyor. Dilek Maraş’a uğurlanıyor sonsuza, sonradan öğreniyorum ki, Maraş’ın Afşin ilçesinde defnedilmiş Dilek, büyük dedemin soyadımızı aldığı Afşin albayın adaşı ilçede.

Püren’in gece Twitter’da parça parça yazdıklarını da okuduktan sonra, gün boyu içimde yazmak için biriktirdiklerimle oturuyorum, yazmam lazım ki bilinsin, bu satırlar çıkıyor içimden işte, biliyorum uyumaya kalksam sadece kırmızı bayraklı fotoğraflar geçecek gözümün önünden…

Demiş ki Püren; “Bilmişsin, duymuşsun ama hiç gerçekten merak etmemişsin. Hani böyle yüreğini vere vere. Çok eziliyor insan be. Karışamıyor kendi hayatına…”

Acı ve kötülüğün çok yoğun olduğu günlerden geçiyoruz. Kendi hayatımıza karışmanın giderek zorlaştığı günler…

Otobüs giderken ben hala ne kadar az bildiğimizi, acıları ve gerçekleri paylaşmak için ne kadar geç uyandığımızı düşünüyorum. Arkadaşlarımın yüzlerine bakıyorum, hala geç değil, hala geç değil işte, birbirimize tutunarak, sarmalayarak birbirimizi ve hiç tanıyamadığımız ölülerimizi, geçip gideceğiz bu kötü günlerden!

İnanmak istiyorum, sonra Kavaklar çalıyor kafamda yine…“acı düştü peşime…”

Fotoğraf: Ali Fuat Karasu

Unutmayacağımız acılardan alacağız hayata devam etme enerjimizi.

Elbet ‘gün gelecek , devran dönecek.’

Elbet o barış gelecek bu topraklara. İnat edeceğiz, sabredeceğiz, pes etmeyeceğiz biz. Çünkü bu ülke bizi öldürenlerin değil, bizim ülkemiz. Kendi çocuklarımıza, kaybettiğimiz tüm canlara, bir de kara gözlü Dilek’e ahdımız olsun…

***

yesilgazete.org‘da yayınlanmıştır.