Bu yazının başlığını seyretmeye yüreğimin dayanmadığı bir filmden aldım: Kevin Hakkında Konuşmalıyız. Kevin eğitimli, üst-orta sınıf, görünürde herhangi bir sorun yaşamayan bir ailenin büyük erkek çocuğudur. Ve bir gün babası ve kardeşi de dahil olmak üzere onlarca kişiyi katleder. Peki Kevin’in annesi olmak nasıl bir duygudur? Çocuklarını kaybedenler elbette hiç kapanmayacak kocaman bir acı hissederler. Ama eğer kaybettiğiniz çocuk aynı zamanda onlarca kişiyi de öldüren bir katilse nasıl hissetmelisiniz? Kevin’in annesi mağdurların ailelerinin sahip olduğu dayanışma, empati gibi acıyı azaltacak hiçbir toplumsal desteğe sahip değildir. Katliam onu yapayalnız bırakır. Sona eren hayatlarla birlikte, yaşamak zorunda kalan annenin de hayatı sona erer.

Kevin Hakkında Konuşmalıyız bir annenin dramını olabildiğince ağırlığıyla ortaya serer. Anne için empati duymamız ister ama dönüp yine de suçu bireysel anomali ve bu bireysel anomaliyi fark edemeyen/gideremeyen ailede arar. Kevin’in annesi çocuğunda bir şeylerin yanlış gittiğini ancak çocuğu onlarca kişiyi katlettikten sonra hayatına geri dönüp baktığında fark eder. Ama artık çok geç kalmıştır. Hissettiği suçluluk etrafındakilerin ona suçlu gibi davranmasıyla daha da artar. Hem kendisinin hem de toplumun gözünde esas katil odur. Çünkü o, çocuğuna yapılmaması gerekenleri öğretmeyerek yapılması gerekeni yapmamış olanıdır.

James Holmes’un hayatına tanıklık eden herkes onun aslında ne kadar iyi, ne kadar alçakgönüllü, ne kadar çalışkan olduğunu ve ne kadar iyi bir aileye sahip olduğunu anlatıyordu. Holmes liseyi dereceyle bitirmişti, bursla üniversiteye girmişti, sonra üniversiteyi de dereceyle bitirmiş ve doktoraya başlamıştı. Arkadaşları onu yardımsever, sessiz, ve “normal” olarak tanımlıyordu. Kimse böylesi birinin nasıl olup da cinayet işleyebildiğini anlayamıyordu.

Her toplum kendi katilini yaratır.

Bu sorgulama temelde cinayeti bireysel patoloji ve travmalara indirgeyen bir toplumsal algının ürünü. Biz hiçbir zaman James Holmes’un bu cinayeti neden işlediğini, başından neler geçtiğini bilemeyeceğiz. Üstelik bu hikâyeyi bilmek ya da öğrenmek bu sorunu çözmek konusunda herhangi bir işimize de yaramayacak. Nitekim biz en azından başından travma geçen ya da psikolojik rahatsızlıkları olan herkesin eline silah alıp katliam işlemediği bilgisine sahibiz.

Cinayeti neden işlediğini bilemeyeceğiz, ama en azından bu cinayeti nasıl işlediğini biliyoruz: Herhangi bir kayıt alınmadan ya da kontrol yapılamadan serbest piyasadan aldığı silahlarla ve bu silahlar için internetten ısmarlayarak aldığı cephanelikle… Kürtaj yaptırabilmek için bekleme sürelerinin olduğu bir toplumda herhangi bir bekleme süresi olmadan binlerce kişiyi öldürebilecek yarı otomatik silahlar alabiliyorsunuz. Peki bu kadar kör gözüm parmağına bir durum nasıl oluyor da değişmiyor? Değişmiyor, çünkü şiddetin toplumun bütün kılcal damarlarına sızdığı, neredeyse her tür sosyal ilişkiyi örgütlediği bir durumdan söz ediyoruz. Bu öyle bir durum ki aslında nasıl oluyor da daha fazla genç insan eline silah alıp rastgele etrafı taramıyor diye sormamız gerekiyor.

Şiddet kültü

Bireysel yaşamımızdan toplumsal süreçlere kadar her alan şiddet eğilimini artıracak biçimde örgütlenmiş durumda günümüz dünyasında. Çocuk yetiştirmekten başlayalım örneğin. Çocukların hayatın merkezine konduğu bir devirde yaşıyoruz. Onlar ne yapsalar haklılar, üzgünler, mutlular, kızgınlar. İçinde bulundukları aileye ya da topluma uymaya çalışan birer gözlemci değiller. Etraftakilerin kendilerine uymasını bekleyen birer küçük yöneticiler. Bu tarz katliamları gerçekleştirenlerin çoğunlukla tam da böylesi bir ebeveynlik yapma biçimine sahip orta-üst sınıf ailelerden gelmeleri aslında hiç de şaşırtıcı olmamalı. Çünkü muhtemelen bu çocuklar hiç sınırlandırılmamış, yanlış ya da haksız oldukları onlara söylenmemiş.

Devam edelim, bu çocuklar gerçeklik ve fanteziyi ayırt etme yeteneklerinin olmadığı çok küçük yaşlarından itibaren sinema, televizyon ve medya yoluyla olağanüstü bir şiddet evrenine maruz kalıyorlar. Hatırlayın James Holmes’un kurbanlarından biri gece seansında annesi ile Batman filmini seyretmeye gitmiş 6 yaşında bir kız çocuğuydu. Katiller, kötüler, iyiler, korkunç canavarlar, hırsızlar ve polislerin olmadığı tek bir film bile yok artık. Üstelik bir de bunları 3D seyrettiriyoruz çocuklarımıza. İyice içine girsinler diye. Kendilerini dünyanın merkezinde gören ve hayatın hızdan ve aksiyondan ibaret olduğunu sanan bir kuşak yetiştir/ yetişiyor.

Hayatımızın merkezine koyduğumuz, daha çok küçük yaşlardan itibaren şiddet kültürü ile harmanladığımız çocuklarımızı sonra alıp okula gönderiyoruz. Dönüp, burada ya da Amerika’da hiç fark etmez, okul sistemine bir bakalım. Sorgulamama, kişiliksizleştirme, itaat etme üzerine kurulu bir eğitim sistemi. Bu eğitim sistemi olağanüstü rekabetçi üstelik. İyi olanın kazandığı, kötü olanın yok olmaya mahkûm olduğu bir sistem. Kendinizden başka kimseyi düşünmemeniz, geleceğinize ve başarınıza odaklanmanız, sizden isteneni aynen yerine getirmeniz gerekiyor. Üstelik bu eğitim sistemindeki arkadaşlık kültürü son derece acımasız. Her birisi dünyanın merkezi olarak büyütülen, biriciğim, prensim, kraliçem diye sevilen çocuklar evlerinden okula gönderildiklerinde ne yaparlar. Sınırsız dünyalarına okulda konulan sınırları başkalarını ezerek genişletirler, öyle değil mi? Sonuç zayıf olanın arkada kaldığı, düşenin üstüne basılan, farklı olanın aşağılandığı bir arkadaşlık kültürüdür; ezenler ve ezilenler diye iki sınıftan oluşan… Bakın ABD’de son yirmi yıldır yaşanan lise katliamlarına, katliam yapan çocukların hepsi kendilerini aşağılayan arkadaşlarından intikam almak istemişler. Çünkü aslında onlar da annelerin küçük prensleri. Evde şişirilen egoları, okulda ayaklar altına alınıyor. Aslında yapmak istedikleri kendilerini mağdurluktan çıkarıp fail olmak. Sadece bu.

Devam edelim; bu çocukların dayanışmayı, toleransı, hoşgörüyü öğrenecekleri bir toplumsallıktan söz edebilir miyiz? Örneğin sokakta bir dilenci gördüğünüzde ne diyorsunuz çocuğunuza? Çalışmamış ve para kazanamamış, çalışsa ve kazansaydı mı? Çocuklarınıza işsizlikten, bir toplumun kendi işsizlerine ve yoksullarına bakması gerektiğinden söz ediyor musunuz? Fakirliğin ayıp ya da kötü bir şey olmadığını, biz zengin olduğumuz için onların yoksul olduğunu ve o yüzden kazandığımızı paylaşmamız gerektiğini anlatıyor musunuz?

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki artık sosyal sorumluluğun ve dayanışmanın hiçbir kıymeti kalmadı. Yaşlılık kötü, hastalık korkunç, yoksulluk berbat. Hal böyle olunca hastane ve hapishane gibi kurumlar şiddeti sağaltmak için ya da ötekine karşı duyulan empatiyi ve saygıyı arttırmak için değil, aşağılamak, cezalandırmak ve hatta insanlıktan çıkarmak için kullanılıyor. Alain Badiou’nun gansterler rejimi dediği bu sistem sosyal bir şiddet üzerine kurulu “Her şeyi özelleştir. Zayıflara, yalnızlara, hastalara, işsizlere yardımı kaldır. Yoksullara bakma; yaşlılar bırak ölsün. 90 yaşına kadar herkesi çalışmak zorunda bırak”. Duygusal olarak katı, ahlaki olarak sorumsuz ve insani olarak duyarsız bir toplumsallık tarifi bu. Bu toplum modeli sadece en güçlünün ayakta kaldığı Darwin’in köpek balığı akvaryumu. Ayakta kalabilmek için o akvaryumun köpek balığı olmalısınız! Eeee o zaman köpek balıkları cinayet işlediğinde niye diye sormayalım.

Bitti mi sanıyorsunuz, hayır! Durmuyorum devam ediyorum. Kendini hayatın merkezi sanan, şiddet görselleri ile kuşatılan, hiçbir toplumsal empati ve dayanışma duygusunu tanımayan bu çocuklardan bir de kahraman askerlerini alkışlamalarını istiyoruz. Yani “kimi zaman, geçerli sebepler için öldürmek çok kahramanca bir şeydir” diyoruz onlara. “Hepimiz gerekirse yapmalıyız”ı anlatıyoruz. Azıcık büyüdüklerinde alıp onları askere yolluyoruz. Değerleri adına öldürenlerin ne kadar haklı olduklarını anlatıyoruz. Televizyonda Nevada çölünde bir Amerikan askerinin düğmeye basmasıyla ölen Pakistanlı çocukları görüyoruz. Öldürülen “teröristler” görüyoruz. Peki çocuklarımıza bir askerin hiç tanımadığı çocukları öldürmesiyle bir gencin bir sinemada hiç tanımadığı insanları katletmesi arasındaki farkı anlatabiliyor muyuz? Gerçekte var mı bu ikisinin arasında bir fark? Hakikaten var mı?!

Yine devam ediyorum. Toplum modeliniz köpek balığı akvaryumu olursa, doğal olarak kafanızı köpek balığı şiddetini önlemeye takarsınız. Kafasını şiddetle ve şiddeti önlemekle bozmuş bir toplum bu. Bakınız kafanızı nereye çevirseniz bir güvenlik görevlisi görüyorsunuz.. Çocuğunuzu alışveriş merkezine sokuyorsunuz, güvenlik görevlisi, uçağa biniyorsunuz, güvenlik görevlisi, üniversiteye gönderiyorsunuz, güvenlik görevlisi. Sokakta bebeğinizle yürüyorsunuz, biber gazı atılıyor. Güya dünyada barışın ve işbirliği temsil eden olimpiyat oyunları güvenlik görevlilerin ve savaş uçaklarının gövde gösterisine dönmüş durumda. Savaşın mekânları ile barışın mekânları arasında yapay da oysa var olan sınır ortadan kalktı artık. Her yer savaşın mekânı. Farkında mıyız? Hayır, bu zaten hep öyleydi sanıyoruz.

Şiddet artık kâr için alınıp satılan bir meta durumunda. Öyle olduğu için de her daim piyasada, gözümüzün önünde. Alıcılarına kendini sergiliyor. Yine de bireysel silahlanma herhangi bir kural ya da sınır konulmadan devam ediyor. Geçiniz bireysel silahlanmayı ABD anayasasına ya da özgürlüklere dayandıran argümanları, bu akla zarar durum devam ediyor; çünkü çok büyük ve kârlı bir pazar. Bu akla zarar piyasa Polanyi’nin kemiklerini sızlatıyor, her gün doğrudan sadece ABD’de 85 kişiyi öldürüyor ya da yaralıyor.

Ruhunu kaybetmiş bir toplumda büyütüyoruz çocuklarımızı. Henry Giroux’un deyişiyle “biz bu katliamların röntgencileri değiliz; biz gündelik deneyimlerimizi giderek daha fazla oranda belirleyen şiddet kültünün bağımlısı ve suç ortağıyız”. Bu böyle gitmez mi diyorsunuz? Evet gitmez, zaten gitmiyor da… Bu köpekbalığı akvaryumunda hepimiz hep birlikte boğuluyoruz!