Hindistan’da hayatın merkezi ailedir. Mumbai’de büyümeyi sevdim. Orada mutlu bir hayatım vardı. Babamla ve onun içkisiyle ilgili bir dolu problemim vardı, fakat annem bizi bütün o sorunlardan bir kalkan gibi koruyordu. Bu yüzden çok örselendi. Babam, küçük bir çocuk için muhteşem bir babaydı. Çok iyi bir hikâye anlatıcıydı. Küçük bir çocukken, 10-11 yaşıma kadar bu bana yetiyordu. Derken sorunlar baş göstermeye başladı. Yazar olmanın kötü bir fikir olduğunu düşünüyordu, gerçek bir iş bulmamı söyledi bana. Fakat bunun hiç de fena bir fikir olmadığını görecek kadar da yaşadı. Geceyarısı Çocukları’nı okuduğu zaman üzüldü. Oradaki babanın kendisi olduğunu düşündü. Neyse ki kitabın, yani oğlunun başarısından dolayı arkadaşları onu tebrik etmeye başladıklarında mutlu oldu.

13 yaşımda İngiltere’ye geldim ve burada yeni bir okula başladım. Hindistan’dan kesin olarak ayrılmıştım artık. Bir süre birkaç farklı İngiliz ailenin yanında kaldım. Tatillerde mümkün olduğu kadar eve gitmeye çalışıyordum. Bundan vazgeçtiğimde ailem yanında sürekli kalabileceğim bir İngiliz aile buldu. Maidenhead’de bir yerde kalıyordum. Ailenin geleneksel bir Pazar yemeği ritüeli vardı. 14 yaşımdaydım, bana ilk kez bir kadeh kırmızı şarap ikram edildiğinde. Daha önce o yaşta içki içmesine izin verilen bir çocuk görmemiştim. İkram ettiler, ben de içtim. İlkinde çok sarhoş oldum, galiba hayatımda yaşadığım ilk kültür şokuydu. İngiltere daha pek çoklarını yaşattı bana sonra.

Çocuk sahibi olduğunuzda, ebeveyn-çocuk ilişkilerine dair düşünceleriniz değişir. Çocuğumun çocuk gibi yaşamasını istedim hep, galiba anneleri de ben de bu konuda üzerimize düşeni yapabildik, fazla yarası beresi olmayan çocuklar olarak büyüdüler.

Aslında her şey sevgiyle ilgili. Çocuklarıma aktardığım en büyük bilgi buydu. İlişkilerde bir sürü iniş çıkışlar yaşanır. Anneleriyle ayrıldığımızda bile birbirimize çok yakın kaldık. O günlerde en büyük oğlum Zafar’dan anılarımı yazdığım defteri okumasını istedim, bunun ona iyi hissettireceğini düşünüyordum. Çünkü o anılarda annesini anlatıyordum. Bilmediği bir çok şey buldu o defterde. Nerede tanıştığımızı, hayatlarımızı nasıl birleştirdiğimizi öğrendi.

Aileler için hikâyelerin büyük bir önemi vardır. Her ailenin de mutlaka bir hikâyesi bulunur: Kimileri eğlenceli, kimileri gurur verici, bazıları ise yüz kızartıcıdır bu hikâyelerin. Ne olursa olsunlar o hikâyeler kuşaktan kuşağa aktarılmadan aile olunmaz, çünkü aidiyet duygusunu onlar yaratır.

Hintli aileler isimlere çok önem verirler. Ben de karakterlerimi adlandırırken çok titizleniyorum. Annem kendi adını değiştirdi: Yalnızca aile adını değil, ilk adını da değiştirmek radikal bir karar. Sonra kendim için bir isim seçmek zorunda kaldım. Hakkımdaki katli vaciptir fetvasından sonra Joseph Anton adını aldım. Rüşdi adı 12’nci yüzyıl İspanyol-Arap filozofu İbn Rüşd’den, Batı’daki adıyla Averroes’den geliyor. Kendi döneminin en önemli isimlerinden biri. 12’nci yüzyıl İslam içinde ilericilikle gericiliğin büyük bir kavgaya tutuştuğu önemli bir dönem. İbn Rüşd, o mücadelenin ilerici cephesinde yer almış. Benim adımı babam seçmiş. Benzer bir kavganın ortasında buldum kendimi. Bu bana çok enteresan geliyor. Babamın bu adı seçerken ne denli öngörülü olduğunu görebiliyorum.

Her ailede karanlık noktalar ve çatışmalar vardır. Başkalarının bunu bilmesini istemeyiz, ama kapalı kapılar ardında duygular kendi hallerince akıp dururlar.

Arkadaşlar ise kendi yaptığımız ailelerdir, bize miras bırakılmazlar, onları biz seçeriz. Birinin arkadaşı olmayı önemserim bu yüzden, çünkü seçilmiş olduğumu gösterir ve arkadaşlar da aile kadar önemlidir.

Kaynak: The Guardian