Metin Solmaz, Prof. Dr. Levent Kayaalp’le çocuk ve ruh sağlığı denince akla gelebilecek her konuyu içeren geniş bir söyleşi yaptı. İlk bölümünü bugün yayınlıyoruz. Prof. Kayaalp, sağlıklı çocuk tanımının neden sürekli değişip durduğunu, tıp biliminin ve medikal endüstrisinin bizlerden ve çocuklarımızdan ne istediğini anlatıyor…
Söyleşinin devamını önümüzdeki günlerde yayınlamaya devam edeceğiz…
Prof. Dr. Levent Kayaalp kimdir?
İstanbul St. Joseph Lisesi ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi mezunudur. Ruh Sağlığı Hastalıkları uzmanlığını da Cerrahpaşa’da yapmıştır. Fransa’da Lille Üniversitesi’nde Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi ihtisası, Paris Psikanaliz Enstütüsünde psikanaliz eğitimi vardır. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları anabilim dalını kurmuştur.
Levent Bey, bebek, çocuk, ergen, yetişkin… Bunlar ne demektir? Ne zaman başlar, ne zaman biter?
Bugün çocuk tanımını Dünya Sağlık Örgütü 0-21’e kadar uzatıyor. Bizim ülkemizde hukuki çocukluğun sınırı reşit-reşit olmayan diye kesiliyor. Yani Türkiye’de 18 yaşın altında olanlar bir takım hukuki girişimlerde bulunamıyorlar. Onların yerine vasileri ya da velileri bunu belirliyor. Biz de çocuk denildiğinde 0-18 yaş anlıyoruz. Bu 0-18’de homojen bir grup değil, 1 yaşındaki bir çocukla 15 yaşında bir ergen birbirinden tamamen farklı. Burada da gene gelişime göre evrelere ayırıp o evrelerde anlamaya ve incelemeye çalışıyoruz. Klasik 0-1 yaş dönemi infant-infans; infans Latince konuşmayan demek. Yani dil öncesi dönem apayrı değerlendiriliyor. 2 yaştan okul öncesine kadar olan dönem var. Ona okul öncesi ya da toddlers deniyor ama okul bizdeki gibi değil. Başka ülkelerde okul 2 yaşında, 3 yaşında başlayabiliyor ama bu gene okul öncesi. Esas okul dediğimiz yani akademik bilgilerin verildiği dünyanın çoğu ülkesinde 6 yaşında başlıyor bizde 5’e indirdiler ama Avrupa’da 5’te başlayan iki ülke var. Bu iki ülkede de 3 yaşından itibaren yuva zorunlu. Dolayısıyla bizdeki durum, yani 5 yaş işi çok problemli bir iş. 6 yaş çünkü cidden tam sınır bir yaş.
5 de bir dönüm yaşıdır değil mi, sinir sistemi vs. için?
LK: Tabii çocuk bir sabah kalkıp “artık 6 yaşıma geldim şunu şöyle yapacağım bunu böyle yapacağım” demiyor. Bu bir süreç. Okula başlamanın gerektirdiği yetiler 5’te başlıyor ama 6’yı doldurduğunda maksimal noktaya geliyor. Okula başlayacak çocuktan biz ne istiyoruz? Daha küçük çocukta olmayan ya da çok az olan en temel mesele: 1- Motor davranışı kontrol etmesini istiyoruz. Kardeşim sen 45 dakika boyunca yerinde duracaksın, kalkmayacaksın. Yani dürtünü, motor hareketini kontrol edebileceksin. Öyle kalkayım dolaşayım, oraya gideyim, buraya gideyim yok. 2- Yine dürtünü kontrol etme anlamında yalnız değilsin, etrafında senin gibi başka çocuklar da var, kral değilsin evdeki gibi. Öyle aklına estiği gibi vurmak etmek yok, sosyalleşeceksin. 3- Haz peşinde koşmayacaksın, sadece hoşuma giden işi yaparım, oyunla ilgilenirim olmayacak. Tahtaya bakacaksın, öğretmen ne diyorsa onunla ilgileneceksin. Yani ilgini çekmeyen, hoşuna gitmeyen şeylerle de ilgilenebileceksin. Beklemeyi bileceksin. Yani sırayla, parmak kaldırarak konuşacaksın. Zırt aklına geldi, söylemeyeceksin. Şimdi bunlar olmadan, dürtü kontrolü gelişmeden, beklemek bekleyebilmek, erteleyebilmek, saldırganlığını kontrol edebilmek, paylaşmak, hoşuna gitmediği halde bir takım işleri yapmak ancak 6 yaş dolduğunda en üst seviyeye çıkıyor. Bunun öncesinde bunlar henüz bir filiz aşamasında. Bunlar gelişmeden çocuğu okula verdiğiniz zaman ne olacak? Çocuk yerinde durmayacak. 4 yaş çocuğunu 5 yaş çocuğunu koyduğunuz zaman 45 dakika derste durmaz, sıkılır dolaşmaya başlar. Ya da aklına bir şey eser onu söyler, arkadaşı kalemini alır vurur, o da onun elinden alır. Sonra da işte çocuk hiperaktif bilmem ne, şudur budur diye dolaştırırlar.
Hâlbuki sadece henüz fazla genç.
Evet, okul olgunluğu dediğimiz şeye erişmemiş. Zaten niye gelişmiş ülkeler çocuklara 3 yaşında okuma-yazma öğretmiyorlar? Kimse yapmıyor. Çünkü doğal bir gelişim süreci var. Nasıl ki siz 6 aylık çocuğa çişini tutmayı öğretemezsiniz, çünkü sinir sistemi o olgunlukta değildir. Kalkıp 4 yaşındaki çocuğu da sınıfta tutamazsınız ya da 5 yaşındaki çocuğu çok zor tutarsınız. Maliyeti çok yüksek olur. Burada atılan taş ürkütülen kurbağaya değmez.
45 dakika yetişkinlerin de oturup bir adamı bütün gün boyunca fasılalarla dinlemesi dünyanın en normal şeyi değil herhalde.
Dikkat süreleri ölçülüyor ve çocukların yaşa göre dikkat süreleri belli. Beşinci sınıftaki bir çocuğun bile bir konuyu dikkati dağılmadan dinleyebilme süresi maksimum 20 dakika. Yetişkinlere de bakın. Konunuzla ilgili bir konferansa gidin, ilk 15 dakikadan sonra öksürmeler, aksırmalar başlar. Berrak bir zihinle saatlerce bir konuyu izlemek zaten mümkün değil.
Okul konusunda yapısal bir problem de yok mu acaba? Kaç yaşında başlarsa başlasın 12 sene boyunca hayatının en aktif ve öğrenmekle dolu yıllarını kaynağı muğlak bir şeyleri öğretmek üzere insanları konferans düzeninde binalarda tutmak?
O sistemin nasıl insan yetiştirmek istediği ile ilgili. Bir yerlerde nasıl insan yetiştirileceğine dair kararlar veriliyor. Her toplum ya da her ülke kendi sistemine uygun insanlar yetiştirmek istiyor. Kendi demokrasiye bakış ölçüsünde mümkün olduğu kadar muhalif olmayacak bireyler yetiştirmek istiyor. Sonuçta sizin çocuğunuzun neyi öğrenip neyi öğrenemeyeceğine Türkiye’de talim terbiye kurulu yani bir takım atamayla gelmiş insanlar karar veriyorlar. Neyin ak neyin kara diye öğrenileceğine de onlar karar veriyor. Ülkeyi yöneten güç, genel doğrulardan uzaklaştığı sürece sizin çocuğunuza vereceğiniz eğitimle okulun vereceği eğitimin arasındaki makas da açılıyor.
Sağlıklı çocuk tanımı nedir?
Sağlık çok subjektif bir şey. Kişinin kendini hissetmesiyle de ilgili. Kişinin kendini iyi hissetmesi sağlığın ilk göstergesi. Adam vardır beyninde tümörle dolaşıyordur. Ama hiç bir belirti vermediği için çok sağlıklı görünür. Organların sessizlik içinde işleyişi demektir sağlık. Vücudunuzun içindeki organların işleyişinden haberdar değilseniz, işleyişini hissetmiyorsanız bu, işin normalidir. Ama bir organınız size sinyal veriyorsa orada doğru gitmeyen bir şey var demektir. Bu doğrudan sağlığı bozar mı bozmaz mı o ayrı bir şey. Günümüz dünya toplumunda hastalık bir kazanç kaynağı. Belli sektörlerde sürekli hastalık üretiliyor. En basit örneği siz bir meşrubat satıyorsunuz, kapitalizmin kendi mantığına göre sürekli büyümek, satışlarınız arttırmak zorundasınız. Ne yaparsınız? Bu meşrubatı daha çok insana satarsınız. Ama sattığınız tıbbi malzeme ise, satışlarınızı nasıl arttırırsınız? Şimdi ortada belli bir nüfus var parametrelerde hastalıklar hastalıklarında görülme sıklığı var. Satışlarınızı arttırmak için hastalıkların görülme sıklığını nasıl arttırabilirsiniz? Daha çok insanın hasta olmasını sağlamanız lazım. Hadi bu çok paranoyak bir şey, böyle bir şeyi yaptıklarını varsaymayalım. O zaman ortaya çıkan tek yol yeni hastalıklar üretelim ki daha çok müşterimiz olsun. Bu alanda en çok istismar edilen alan psikiyatridir. Çünkü somut göstergeleri yoktur. Ruhsal hiç bir hastalığın tanısını röntgenle, MR’la, kan tahliliyle koyamazsınız. Kişinin öznel şikâyeti ve hekimin de gene öznel tespitiyle belirlenir. Bunun en iyi örneği sosyal fobi denen şey. Bunca yılın çekingen utangaç insanları bir ilaç firmasının çıkardığı ilaca pazar bulmak için sosyal fobi sahibi oldular. Sen kadınlarla kolay ilişkiye giremiyor musun? Sosyal fobiksin. Sen bir topluluğa girince kolay söz alamıyor musun? Sosyal fobiksin. Al şu ilacını. Amerika’da geliştirilen bir tanı sınıflama sistemi vardır. DSM diye başladı, 3-4-5’e geldi sanırım. Burada 4-5 yılda bir bütün ruhsal hastalık durumları tanımlanır. Ve bunların bir kısmı normal sayılabilecek durumlardır. Ama DSM 4’e göre sizin tanı almamanız mümkün değildir. Yeni yeni tanılar icat edilir; mesela eş geçimsizliği, akademik başarısızlık. İnsan hayatına dair olabilecek bütün olaylar kodlanarak hastalık haline konur. Böyle bir sistemin içinde sağlıklı olmak mümkün değil. Sağlıklı olmayı siz belirleyemiyorsunuz. Sistem belirliyor.
Yani ilaç alalım diye mi hasta oluyoruz?
Siz her şeyden önce tüketicisiniz. Mümkün olduğu kadar tüketmeniz lazım. Bunun için de bazı hastalıklarınızın olduğu sizin haberiniz olmadan birileri tarafından kararlaştırılabilir. Sağlıklı çocuk dediğimiz zaman da çok zor bunun tanımını yapmak. Bizim için en kaba ölçüleri ile okul öncesi çocuğun uyku, yeme, boşaltım fonksiyonları gibi temel biyolojik fonksiyonlarında bir sorun yoksa, oyununu oynayabiliyorsa bizim için sağlıklıdır. Fiziksel gelişimi, normal boy-kilo eğrilerini izliyor mu? Buna normal diyoruz. Okul çocuğunda da normal çocuk, arkadaş ilişkisini götürebilen, bakın arkadaş ilişkisini koyuyorum. Okul öncesinde çocuklar çok daha ben merkezli olduğu için 4 yaşında çocuğun çok arkadaşının olmasını beklemiyoruz. O kendi kral vaziyetinde dolaşır, ittirir kaktırır falan. Arkadaşlık, beraber oyun çok yoktur. Ama okul çocuğunda bunu bekleriz. Sosyalleşme olduğu için. Arkadaş olabilmelidir. Okulda belli başarısını götürebilmelidir. Sosyokültürel durumuna göre okul dışı alanlarda da hobileri olabilmelidir. Eskiden olsa çocuk yüzmeye gitmez ağaca çıkardı, kendine paten yapardı, oyuncak yapardı, sokakta misket oynardı. Böyle kaba bir şey çiziyoruz.
Metin bey, konu önünüze gelmiş ama atlamışsınız. “Hastalık icadı” önemli bir meseledir ve bunun en rezil örnekleri psikiyatri ve çocuk psikiyatrisi alanında görülür. Çocukları konuşurken, yaratılmış bir hastalık olan “hiperaktivite ve dikkat eksikliğini” nasıl eksik bıraktınız ki? Aşağıda 2003’te yazmış olduğum yazıyı geçiyorum:
Radikal Gazetesi 26 Aralık 2003
Hiperaktif Çocuklar Fişlenecek!
Bir hastalık icat ediliyor
Üstün Öngel
Son yılların ‘popüler çocuk sorunu’ haline geldi hiperaktivite ve dikkat eksikliği (HADE) dedikleri şey. Psikiyatristler ısrarla, bu sorunun bir ‘hastalık’ olduğu bilgisini yayıyorlar.
Düpedüz yalan!
Yanlış, yaygınlaştığında doğruya dönüşüyor sanki. Yanlış demek bile hafif kalır burada. Düpedüz yalan bu. İlaç firmalarının ve psikiyatristlerin ‘nemalandığı’ bir yalan. HADE denen şeyin bir ‘hastalık’ olduğuna dair elde tek bir kanıt bile yok.
Bu bir yana, HADE adlandırmasının bile karşımızdaki sorunu doğru tanımlamadığını biliyoruz; ‘hiperaktivite’ de ‘dikkat eksikliği’ de son derece yanıltıcı; bunların yerine ‘özdenetimsizlik’ ve ‘motivasyon eksikliği’ çok daha doğru adlandırmalar.
Çağın sorunu
Bilhassa büyük şehirlerde yaşam koşullarının hızlı değişimi ve zorlaşması, aile yapısının ve eğitim ortamlarının değişimini de zorunlu kılıyor. Ne var ki aileler ve eğitim ortamları, söz konusu değişime ayak uyduramıyorlar. Çocuklar, hiç de elverişli ortamlarda büyümüyor.
Ebeveynin olmadığı veya yetersiz olduğu yerde, eğitimsiz bakıcılar veya büyükanneler devreye giriyor ve çocuklar çok daha büyük yanlışlara maruz kalıyor.
Sınırlı bilgiler
Eğitimciler ise, çocuğun evden getirdiği sorunları daha da artırmak için çalışıyor sanki. Ebeveynlerin ve eğitimcilerin, çocuk gelişimi ve psikolojisiyle ilgili bilgileri, piyasaya hâkim olmuş yüzeysel ‘kişisel gelişim kitaplarından’ edinilmiş bilgilerle sınırlı. Böyle bir ortamda ebeveynler, psikiyatristlerin ‘hastalık’ safsatasına mahkûm bırakılmış durumda. Ondan sonra gelsin ilaç. Ebeveynlerin de, öğretmenlerin de işine geliyor, çünkü böylece ne aile ve eğitim ortamının değişmesi ne de ebeveynlerin ve öğretmenlerin ilave sorumluluk üstlenmesi gerekiyor. Çocuk ilaç sayesinde ‘uysallaştığı’ için, yetişkinler rahata eriyor. Peki ya çocuklar? Onlara ne oluyor?
Çocuklar tehlikede
HADE ile etiketlenen ve ilaç alan çocukların, uzun vadede kokain başta olmak üzere yüksek düzeyde madde bağımlılığı riski altında olduğunu, bağımsız ve güvenilir araştırmalar sayesinde biliyoruz. Psikiyatristler, bunun aksini, arkasında ilaç firmalarının olduğu düzmece araştırmaları öne sürerek yayıyorlar.
Oysa Berkeley profesörü psikolog Nadine Lambert’ın 1998 yılında yaptığı, kapsamlı, bağımsız ve güvenilirliği yüksek araştırmada, 400 çocuğun 20 yıl izlenmesi sonucu, ilaç kullananların madde bağımlısı olduğu net görülüyor. İlaç ve psikiyatri lobisi bu araştırmayı yok saymak ve kendi araştırmalarını öne çıkarmak için elinden geleni yapıyor.
İlaç yasakları
Tesadüf bu ya, 7 Aralık 2003’te Observer’da yayımlanan bir yazıdan öğreniyoruz ki, ilaçlarla ilgili ‘bilim dergilerinde’ yayımlanan makalelerin yarıya yakını, üzerinde ismi yazılı profesörler tarafından değil, ilaç firmaları adına çalışan ‘hayalet yazarlar’ tarafından yazılıyor. Yine tesadüf bu ya, bu kez 10 Aralık 2003’te Guardian’da çıkan bir yazıdan da öğreniyoruz ki, çocuklarda kullanımıyla ilgili onay almamış olmalarına rağmen ‘güvenilir’ olduğu ‘inancıyla’ yıllardır çocuklara verilen ‘antidepresanlar’, ciddi riskler taşıdığı için yasaklanıyor. Yani bu haberlerle ne ‘ahlâksız’ bir endüstriyle ve bir bilim grubuyla karşı karşıyayız, anlıyoruz.
İlaçların, HADE’yle ilgili konuştuğumuzda Türkiye’deki tek ilaç olan Ritalin’in, bağımlılık riskinden başka birçok sakıncası da var. Liste çok uzun. En önemlisi, kalpte sorun yaratıyor ve ölümcül olabiliyor.
İki vaka
Ritalin’in ölüme yol açtığıyla ilgili biri otopsi raporuyla kesin ispatlanmış iki vaka var (reçetesiz yasadışı kullanıma bağlı olarak ise 200’ün üzerinde kayıtlara geçmiş ölüm vakası var).
Stephanie 11 yaşında kalp yetmezliğinden öldü ve yıllardır bu ilacı kullanıyordu. 14 yaşında ölen Matthew’ün otopsi raporu ise çok kesin bir dille, Ritalin’in damarlarda hasara yol açmasına bağlı olarak ölümün gerçekleştiğini belirtiyor. Bir yetişkinin kalbi 350 gram civarındayken, Matthew’ün kalbi 420 gram olarak ölçülmüş.
Yol yakınken
Milli Eğitim Bakanlığı, HADE’yle ilgili psikiyatristlerle birlikte, ilk etapta 14 ilde uygulanacak bir proje başlattı. Güdülen amaçsa HADE denen sorunu yaşayan çocukları tespit edip, psikiyatri servislerine yönlendirmek.
İlk bakışta, ne güzel, çocuklar yardım alacaklar diye düşünebiliriz. Öyle olmayacak ama. Öğretmenler zaten böyle bir proje ortada yokken bile çocukları etiketlemeye ve ilaca yönlendirmeye hazırlar. Bu çocuklarla nasıl baş edebileceklerini bilmiyorlar çünkü.
Meşrulaştırma çabası
Bu sorunlu çocuklar onlar için ‘çıban başı.’ Psikiyatri ve ilaç, o nedenle işlerine geliyor, şimdiden bu projeyi destekliyorlar. Zaten yapıyor olduklarını şimdi meşrulaştırmış olacaklar. Amerika Birleşik Devletleri’nde yakın zamanda bazı eyaletlerde yeni bir yasa yürürlüğe girdi. Artık okul idarecileri ve öğretmenler hiçbir veliyi, çocuklarını psikiyatriste götürmeleri ve çocuklarına ilaç vermeleri konusunda zorlayamayacak. Ya ilaç verirsin ya da çocuğunu okuldan al, diyemeyecek. Yıllardır yapıyorlardı bunu, artık yapamayacaklar.
Dönüşü zor olur
Türkiye’de ise böyle bir projeyle büyük bir yanlışa yöneliyoruz. İlerlemeden durdurulması gereken bir proje bu. Uygulama yaygınlaştığında, geriye dönüşü çok zor olacak.
Amerika’da 6 milyon çocuk bu ilacı kullanırken ve sözgelimi Japonya’da neredeyse hiçbir çocuk ilaç kullanmazken, Türkiye’de geçen yılın tahmini rakamlarıyla 8-10 bin çocuk ilaç kullanmış durumda.
Hâlâ bir şans var Türkiye’de. Yaygınlaşmadan önüne geçebiliriz. Bu proje uygulanacak olursa, birkaç yıla kalmaz, ilaç kullanımı ikiye, üçe katlanır. Milli Eğitim Bakanlığı ve ilgili birimleri neden böyle bir projeye soyunur, anlayabilmek mümkün değil. Projeyle ilgili iyimser tahminim, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilgili birimlerinin başındakiler, ne olup bittiğinin farkında değiller. Nasıl bir oyuna alet olduklarını henüz bilmiyorlar.
Acil eğitim!
Çok çarpıcı bir başka bilgi var elimde. Adana ölçeğinde 6-14 yaş arasında 37 bin çocuğun özel eğitim alması gerekiyor. Çeşitli engel gruplarındaki 37 bin çocuğun sadece 4 bini (yüzde 11’i) eğitim alabiliyor. Bunlar ‘somut’ sorunlar, öyle HADE gibi ne olduğu bile çok tartışmalı olan sorunlar değil. Hal böyleyken, acil eğitim bekleyen binlerce çocuk varken, ‘yaratılmış’ bir hastalık için böyle bir projenin başlatılıyor olmasını gerçekten anlamak mümkün değil.
Bu kadar detay verildiği halde Hiperaktivite ve Dikkat Eksikliği diye uydurulmuş, ve uydurulmuş olduğu röportaj veren kişinin belirttiği nedenlerle alenen ortada olan, ilaç kullanımının 10 yılda onbinden(10.000) yüzbine (100.000) tırmandığı bir konuda neden “net” bir ifade kullanılmamış merak ettim doğrusu.