Çocuk sahibi olduğumdan beri hayatımızın temel sosyalleşme ortamı “park” oldu. Beş yıllık annelik serüvenimdeki en sevdiğim kısım bu olabilir. Temiz hava, enerjisini atan çocuklar, evden çıkabilmiş olmak gibi neşe getirileri oldu hep.
İlk yıllar yanımızda tonla şey taşırdım. Yedek kıyafet, bez, atıştırmalık meyveler, kuruyemişler. Mevsime göre oyuncaklar, sokak hayvanları için mamalar, bazen su tabancası, kum kapları, bazen sadece tebeşir. Tebeşir hep en sevilen sıkıntı dağıtma aracı oldu, yerlere dakikalarca resimler yaptılar. Çizgiler çizerdim üzerinden zıplama, bisikletle geçme falan gibi oyunlar uydururduk. Hâlâ da çok eğlenceli oluyor.
Bütün bu eğlence treninin sonunda, peki ya ben? Ya ben! Evdeki sonu gelmez iş listesini bitirmiş, kendi işlerini de tamamlamış bir annecik için de orası bir nefes alma alanı. Fakat, parka girdiğiniz anda o annelere ait korku dolu tünele de ister istemez adım atmış oluyorsunuz.
Yanınıza oturan sohbete başlıyor. Hangi binada oturduğun, kocanın ne iş yaptığı, senin çalışıp çalışmadığın, yardım eden kimsenin olup olmadığına dair bir form dolduruluyor. Formu doldurduktan sonra da iş bitmiyor, genellikle ek sorular geliyor, araları ne kadar, neden bu kadar az, neden çalışıyorum, neden neden neden… Sonra o sosyal medyada bile gördüğümüz garip anne terörünün park haline evriliyor diyalog. Çalışman, çalışmaman, çocuklarının okula gitmesi, gitmemesi her şeye gözlerinin devirerek bakan grup sahiden yoruyor.
Tam tersi, sakin ve sevecen annelerle de tanışmak mümkün ama bu pek az oluyor. Oysa ben zaten çoğu zaman sadece boşluğa bakmak ve öylece durmak istiyorum.
İlk yaz, inatla aşağı inerken kitap indirirdim, hatta yedekli. Kalem ve not defteri. Bu beyhude çaba günlerce sürdü, hiç okuyamadım, kitabın canı çıktı, gene de şu anda bile çok anlam veremediğim bir sebatla o kitabı indirdim. Ta ki gerçekten bir mevsim geçip de bir satır dahi okuyamadığımı fark edinceye dek. Biraz okuyordum sesler geliyordu. Gözlerim tabii ki kitapta olamıyordu.
Tek istediğim o bankta oturup pek kimseyle konuşmamaktı. Bu arayış beni mükemmel eğlenceli bir hobiye ulaştırdı: örgü! Önce küçük şeylerle başladım, çocukluğumdan hatırlıyordum, dümdüz bir atkı, zahmetsiz bir bere. Zaman içinde videolarla tığ işine geçtim. Çocukla geçen beş yılın sonunda bu sene battaniye bile bitirdim, hole bir paspas bile yaptım.
Artık basbayağı “haminne” madalyası takabileceğim kıvama geldim. Örgü çantam var, renk renk tığlarım, çeşit çeşit yünlerim ve hatta öğrendiğim pek çok farklı model bile var.
Park annesi terörü sürüyor mu? Evet tabii. “Çocuğunuz düştü kaldırmayacak mısınız?!”, “teşekkürler, kendi kalkabilir” gibi şeyler demem hâlâ gerekiyor. Ama sohbet istediğim takip mesafesinde kalıveriyor.
“Aaaa ne güzel, ne örüyorsunuz?” “Bebek battaniyesi” Viola! İşte bu kadar. O dakikadan sonra sadece iplerden, örgülerden bahsediyoruz ve sohbetimiz çok tatlı oluyor. Herkese tavsiye ederim; çünkü bu işlerin meditatif etkisi bir yana hikâyenin sonunda elinizde somut bir şey oluyor ve çocuklar da buna bayılıyor.