Sosyal medyada az biraz vakit geçiren herkes, elbette hararetli bir siyasi tartışmaya denk gelmiş, müdahil olmasa da kendini bir tarafta bulmuştur.

Benim şahit olduğum en garip çıkış bir arkadaşımın profilinde vuku’ buldu:

Sayfasında link verip paylaştığı bir makalenin altına “Bu tip yazıları benimle paylaşmayın!” diye yorum yapmıştı bir aklıevvel. Beriki iyi niyetini korudu ve “ben yazıyı kendi sayfamda paylaştım, okumak zorunda değilsin” mealinde bir açıklama getirdi. Açıkçası, ben de -karşı tarafta- bir teknoloji fakirliği olduğuna kani idim. Fakat cevap daha enteresan oldu: “Arkadaşların içinde liste yap, kim hangi fikirde ve neyle ilgili ise onlarla paylaş.” diye Facebook kullanma ve neyi kiminle, nasıl paylaşması gerektiğine dair oldukça zahmetli ama dahası cüretkâr tekliflerde bulundu.

Malumunuz Roland Barthes faşizm için “susma memnûiyeti (yasağı) değil, söyleme mecburiyeti” demiş. Nasıl susacağımız veya nasıl söyleyeceğimizin de faşizmin konusu olduğunu da bu vesile ile öğrendik.

Geride bıraktığımız seçim öncesi, havadan bunalan bir diğer arkadaşım da “HDP’ye oy ver veya verme diye azarlanmaktan bıktım!” diye of çektiğinde, oldukça sempatik bir soruya maruz kaldı.

“Ay sana HDP’ye oy ver diyen birileri mi var etrafında? Olamaz!”

Çok daha saldırgan olan bir başka tartışmada ise yorumcu, muhatabına “Gözünüzü azıcık açın?” dedikten sonra “Acaba senin parti ile etnik bağın var mı?” gibi neresinden tutsan saçma ve komik bir soru yöneltiyordu. “Özgür iradem var.” cevabının karşılığında ise “Senin beynini yıkamışlar.” deyip “Etnik bağ gibi nazik bir sorudan rahatsız oluyorsan, şöyle soruyorum Kürt müsün?” diye kükrüyor ve en nihayetinde “medeni şekilde” tartışılamamasından da şekvacı oluyordu!

Bu tartışmalar, üniversite mezunu, yurt dışında da bulunmuş, Avrupa ve Amerika kıtalarını görmüş, yabancı dil bilen (fakat Türkçe nanay!), çok ciddi geçim sıkıntısı yaşamayan insanlar arasında yaşanmıştı.

Okul arkadaşlarının -samimiyet kisvesi altında- birbirlerine bu kadar dayatmacı bir üslup benimsemelerinde ana sebep “çoğunluk”un dışında kalanı “doğru yola” cebren sokmak gayreti ve “dışarıda” kalanları hakir görmek kolaylığı idi.

Hocalar, resmi müfredat ve hatta anamız -babamız mezun olduğumuzda, mensup olduğumuz çevre ile homojen niteliklere sahip olmamızı bekleyebilir. Fakat eğitimin, fıtratı itibarıyla, bizden farklı olanı da algılayabilecek, anlayabilecek avadanlıkları haiz bir kişilik kazandırması gerekmez mi?

Demek ki gerekmiyor.

Okul fetişizmi başlı başına mesele! Aynı sıralarda dirsek çürüttüğün, ciğerini bildiğin arkadaşlarını hatasıyla, sevabıyla sevmek başka şey; sırf aynı tornadan geçtin diye bu yapıyı bir nevi “fraternity” addedip, monoblok bir zümre zannıyla üstünlük atfetmek başka şey! “Bilmem ne ruhu” adı altında garip bir şovenizmi çocukluklara pompalamayı “müfredattan” sayan eğitim sisteminin resmi olan her şeyi ezberine almış, didaktik tipleri, kendinden farklı olanların, başına musallat etmesinin vebali çok büyük. Ne kadar köklü olsalar da bunun altından kalkamazlar!

Siyaset, basın veya yüksek bürokratlar içindeki bilinen isimlerinin tahsili ile ilgili kısa bir araştırma bile bu ön yargıları yıkmak için birebirdir.

Sosyal medyada kendi okulum (Ankara Koleji) hakkındaki her türlü güzellemeyi okurken, okulumun ismini çıkarır yerine İmam Hatip’i koyarım. Okuduğumun ayaklarının yere basıp basmadığını, hakkaniyetli olup olmadığını anlamak için basit ve etkili bir yöntemdir. Tavsiye de ederim.

Kırk yaşına gelip okulunun en süper okul, sınıfının en matrak sınıf olduğuna inanan adamla; benim en güçlü ve her şeyi tamir edebilen bir baba olduğuma inanan 4 yaşındaki oğlum ile aralarında (okuma-yazma bilmek ve araba kullanmak müstesna) çok da fark olduğunu düşünmüyorum. En azından Ahmet’in afra tafrası uykusunu alıp, karnı doyana dek!