Onur Caymaz’ı kitaplarından, değilse sosyal medyada dahil olduğu tartışma ve polemiklerden tanıyan tanır. Öfkeli, inatçı, sözünü sakınmayan biridir. Eskiden gününün büyük bölümünü bir beyaz yakalı olarak geçirir, geriye kalan zamanda da asıl işi olan edebiyat uğraşına dönerdi. Bir zaman önce baba oldu. İlk öykü kitaplarındaki iki uzun öyküyü Gökyüzü Sineması adıyla yeniden yayınladı. Gökyüzü Sineması’nı bahane edip, Onur Caymaz’ı biraz daha yakından tanıyalım istedik. Muhabbetin orta yerine Nar’ı koyup, edebiyata, hayata, siyasete oradan baktık…

Nar’la işler yolunda gidiyor mu? Neler öğreniyorsun ondan?

Ofiste bir arkadaşla çocuklardan konuşuyorduk. Çocuk sürekli şikâyet ediyor, itiraz ediyor, hatta bazen kendi davranışlarının sonuçlarına itiraz ediyor. Şunu söyledim. Bir insan büyüyor, yetişiyor. Bu kolay bir şey değil. Bir insan şekilleniyor. İtiraz etmeden ne kadar insan olabiliriz ki? Onun bu tavrını sevmiyorsak, aslında bu bizim sorunumuz. Her şeye o kadar boyun eğmiş durumdayız ve hayatımızda her şeyi o kadar kabullenerek ilerliyoruz ki, evin içinde isyan eden birine alışık değiliz. Bir arkadaşımın çocuğu “Allah varsa neden göremiyorum” diye ağlıyor. Çocuk haklı, göremiyor. Herkesin bu kadar çok bahsettiği, ama göremediği bir şey karşısında da çaresizlikten ağlıyor. Aslında o kadar insanın çıplak ve güzel hali ki.

Yazmanın bir insanın en çıplak halini tanıyabilmekten de geçtiğine eminim, en azından kendimizi tanıyabilmekten. Bir gece Ada çok ağladı. Kalktım mama hazırladım. Alıştırmaya çalışıyoruz kendi eliyle biberonu tutmaya vs. O ara elinden sütü düşürdü. Aç, mama yere düştü. Yiyeceği kesildi. Bir ağlayışı vardı!.. İşte o çıplak insan. O gerçek insan, o güçlü insan, o masum insan…

Masumiyet konusundaki bu ısrarın neden? Öykülerinde de bu var. Bir insanın anlatılmaya değer olması için masum olması mı gerekir? Niye bu kadar önemli masumiyet?

Arkadaşımla yaptığım muhabbette, çocuğa kızmamızın, ona olan güçlü itirazımızın haksızlığını anlatmak için. Aslında hiçbir şey yapmadı çünkü. Masumiyeti suçsuzluk olarak algılıyorum. Kötü ya da iyi insan değil. Bir insanda her şey vardır. İyilik de kötülük de, doğruluk da yalan da… O açıdan kimse masum değil. Ama suçsuz, o anda herhangi bir şeye kastetmemiş bir insana yapılan baskı beni her zaman çok etkiledi. Asıl devrimci duygu mağdur olan insanın yanında olamamaya dair yaşadığımız utanç duygusudur. Siyaset, grup, parti, kanat, kol, bunların hepsini bir tarafa bırak. Suçsuz, ama inadına mağdur olanın yanında olmaya çalışırken ya da olamazken duyduğumuz utanç duygusu var ya, o hesaplaşma, asıl devrimci olan bu duygu bence…

Temiz insandan öte, o andaki, o duruma ilişkin suçsuzluğu önemli benim için. Tamam Dostoyevski, bir beyin, 18 yaşında, sağır ve dilsiz bir genç kıza tecavüzünü yazıyor. Rivayet odur ki, bunu yazmak için genç bir kıza tecavüz etmiş… Söylenti ya da gerçek, bir düşünce antrenmanı yapmak için söylüyorum bunu. Diyelim ki Dostoyevski’yi bunu yaptığı için idam ettiler. İnsanlık Budala ve Suç ve Ceza gibi iki şaheserden yoksun mu kalacaktı? Yoksa bir pislikten kurtulmuş mu olacaktı? Dostoyevski olduğu için onu ne kadar affedebiliriz?

Dostoyevski olmak ona bu hakkı verir mi?

Dedim ya, mağdur olanı koruyamamaktan duyduğumuz devrimci utanç. Dostoyevski’den çok oradaki kızın durumunu düşünüyorum. Sen Dostoyevski’sin eyvallah. Harikasın, psikolojiyi romana sen soktun, romana dehayı sen kattın… Peki, ama o kız ne olacak? Masumdu, hiçbir şey yapmadı. Senin bunu yapmanı hak edecek hiçbir şey yapmadı. Masumiyetten kastım bu.

Buradaki devrimciliği anlamaya çalışıyorum. Mağdurun yanında olmak neden devrimcilik olsun? Şunun için mi? İnsan nasılsa güçlüden yana. Güçlüden yana olma eğilimini ortadan kaldırmak mı devrimci olmak?

Hepimiz Ermeni’yiz mevzuunun çıktığı dönemde “Hepimiz piçiz” diye bir yazı yazmıştım. Ben Kurtuluş’ta Ermenilerle büyüdüm. En yakın arkadaşım Ermeni’ydi, ama Ermeni olduğunu tanıştıktan 1.5 sene sonra öğrenmiştim. Söyleyememişti çünkü bana. 1980‘lerin sonu, öyle bir dönemdi. Mahalledeki Ermenilerin çoğunun Türk adları vardı ve bu yüzden kim olduklarını fark etmiyorduk. Ev yaşantılarında birbirlerine gerçek adlarıyla, gerçek dilleriyle konuştuklarını fark ettiğimde ilk kez bir yabancılık duygusuyla karşılaştım.

Eczanede çalışıyordum, eczacı Ermeni’ydi, telefonda Ermenice konuşmaya başladı. İlk kez yabancı bir dil duymuştum. Ortaokul 1, yaz tatili. Çok şaşırtmıştı bu beni. Çünkü bizim dönemimizde televizyon vardı bir tek, orada da herşey dublajdı. Konuştuğumuz dilden başka bir dil duymuyorduk. O insanların bir kabuğun içinde yaşadıklarını fark etmek çok şaşırtmıştı beni. Örneğin en yakın arkadaşımın sünnet olmadığını öğrenmek bana garip geldi. Çünkü benim bir sünnet maceram vardı, ama onun yoktu. Zamanla ötekinin nasıl bir şey olduğunu görmeye başladım. Orta sınıf altı bir ailenin çocuğu olduğum için -babam araba tamircisiydi- yoksulların ötekiliği nasıl yaşadıklarını da gördüm. İçlerinden biriydim, babamın yanında çıraklarla çalışıyordum.

Godard’ın çok güzel bir lafı var, “asıl dili oluşturan yoksullardır” diyor. Dili ben orada kavradım. Öteki olan ve ezilen bütün insanların nasıl kendi kabuklarının içine çekildiklerini çok erken yaşta gördüm bu açıdan. Hepimiz Ermeni’yiz mevzuunda da “Bunu nasıl dersiniz, bir orospu öldüğünde de hepimiz orospuyuz mu diyeceksiniz” diye gülen geri zekalıların tavırlarının ne olduğunu anlamakta zorluk çekmedim. Çünkü burada nasıl hepimiz Ermeni’ysek, İsrail’de hepimiz Filistin’li, Filistin’de gerekiyorsa İsrailli, Azerbaycan’da hepimiz Ermeni, Ermenistan’da hepimiz Azeri’yiz diyebilecek konumda olmalıyız. Bu yalnızca Ermeni olmakla ilgili değil. Hrant Dink’in cenazesine nasıl gittiysek, 10 gün önce maden ocağında ölen insanların cenazesinde de olabilmeliyiz. Benim anladığım devrimcilik bu oldu. Bu bir vicdanî hesaptı. Gerçekten vicdanlı birinin solcu olmamasını anlamak çok zor. Çünkü Marxizm’in falan ötesinde bunun vicdanla ilgili bir tarafı var.

Her gece, yaklaşık 1 milyar çocuğun aç olarak uyuduğunu bilmenin ya da dünyadaki mal varlığının yüzde 40‘ının dünya nüfusunun yalnızca yüzde 1‘ine ait olduğunu bilmenin getirdiği adaletsizlik duygusu var. Bunun devrimcilik olduğunu sonradan, okudukça, dinledikçe öğrendim. Okudukça, dinledikçe, gezdikçe bir de şunu görüyorsun: Üzerin hangi maskeyle kaplanmış olursa olsun, bir müddet sonra öze dönmeye başlıyorsun yeniden. Çocukluğum yoksulluk, Arnavutluk ve Ermenilerle yaşamış olmak gibi ötekileştirme mekanizmalarının orta yerinde şekillendiği için, devrimciliğin böyle bir anlamı olduğu kanaatine ulaştım.

Maske demişken… Edebiyat da iyi bir maske. İlk kitaplarındaki iki uzun öyküyü yeniden yayınladın. Bunlar senin edebiyat maskesini edinmeye doğru ilk girişimlerin. Neden tekrar gündeme getirdin?

Bazı yerlere, okullara vs. gittiğimizde arkadaşlar o kitapları bulamadıklarını söylüyorlardı. Kitaplar Doğan’dan çıkmıştı, Doğan’dan ilkesel bazı nedenlerle ayrılmıştım. Basılmadılar yeniden. Yeni kitaplar geldi. Sorulana kadar, çok da önemsemiyordum 10 sene önce basılmış, eski öyküler oldukları için. Ama sonra üzerinde küçük bir oynamayla, benim edebiyat maceramı da yeni gelen kuşak görsün istedim. Şu anda piyasadaki en eski kitabım Gece Güzelliği. 2009‘daki öyküler. İstedim ki edebiyat yolculuğundaki acemiliklerim görülsün. Sonuçta benim parçalarım onlar. Benim için edebiyat tekil bir şey, durduğum tek bir durak değil; bir yolculuk. İstedim ki bu yolculuk ortada olsun, görmek isteyen görsün. Önyazıda bu macerayı da anlattım. Bu maceradan utanmamam gerektiğini düşündüm.

Önyazında sanki ilk kez öykülerin yayınlanıyormuş gibi heyecanlandığını gördüm. Galiba bu heyecanı yeniden yaşamak için de yayınladın…

Bu işten hep heyecan duydum. Melih Cevdet anılarında anlatıyor. Ziya Osman Saba, Larousse’ta bir madde görmüş Ziya’ya benzeyen, onu karalayıp üzerine Ziya yazmış. Diyor ki, Melih Cevdet de, “onu öyle yaptı, çünkü zamana kalmak istedi. Onun zamanı akan zamandı, duran zamana kalmak istedi.” Her yazarda var herhalde bu. Beğenilmek ve kalmak isteği. Yaptığımız herşeyde var bu. Adımı dışarda bir yerde görmekten hep heyecan duydum. Bir kitapta, bir dergide… Hâlâ bir dergide şiirim yayınlandığı zaman heyecanla gidip alıyorum. Kaç kişi okuyor ki bu dergileri? Hiç önemli değil. Okuyanların sayısı nüfusla kıyas kabul etmez. Ölümsüzlüğü yenmek gibi de değil. Böyle bir derdim hiç olmadı. Ama küçük bir iz, bir yara, çentik oluşturmayı seviyorum. 30 sene sonra biri okur, görür, bir derdine çare olur. Dil garip bir şey. 10 bin sene önce yazmış adam sana ulaşıyor. Bu ilişki çocukluğumdan bu yana beni büyüledi.

Yazmasam çıldırırım demiyorsun ama değil mi?

Yok canım, yazmasam çok daha iyi ve mutlu biri olurdum. Sait Faik’in o deyişi bizde hep yanlış anlaşılmıştır. “O haksızlığı yazmasam çıldırırım” diyor Sait Faik. Balıkçılar çocuğun parasını vermiyorlar ya, ondan bahsediyor. Hikâyenin başında yazmamaya karar vermiştir kahraman. Ama bunu görünce deliriyor. Yapacak bir şey bulamadığı için yazıyor. Yoksa elitist bir durum değil, yazayım da rahatlayayım demiyor. Az önce bahsettiğim devrimci duygu var. “Öptüm kalemi başıma koydum”, diyor. Hem bir kutsiyet atfı var yazıya, hem “haksızlık karşısında kalemimle dururum” durumu var…

Hem de elimden gelen budur hali var galiba…

Evet.

O zaman anlat bakalım. Nasıl başladın? Yazmaya, yayınlamaya erken başlamış biri olarak bu edebiyat seni nasıl şekillendirdi?

Birçoklarınkine benzer bir hikâye. Evdeki ajandaya şiir yazmak. Yalnız bir çocuktum bunu biliyorum. Çevremde konuşabileceğim kimse yoktu. Şair, ressam falan olmuyorsun, bir şekilde bununla doğuyorsun. Üzerine çalışarak bir şeyler katarsan devam ediyorsun. Katmazsan kalıyor öyle. Zaten öyle doğmuştum. Yalnızsan eğer, yalnızlığını fark ettiğinde seni yazı yazmaya itiyor. İnsanın kendisine konuşması yazı yazmak. Bir kişi bile değilsin, kendine konuşurken bir kişi oluyorsun. O bir kişi yazı yazarak kendisine bir maske oluşturmaya başlıyor. Böylece korunaklı bir biçimde çıkmaya çalışıyorsun topluma.

Okula gitmek, çalışmak, askere gitmek, hastaneye gitmek zorundasın. Kenar mahallede yetişmişsin. Arkadaşların kahveye gidiyor, top oynuyor, kavga ediyorlar. Bunların hiçbirini yapmıyorsun. Başka bir şey yapmaya yelteniyorsun. Ortaokula giderken çalıştığım yerde devrimci bir kalfa vardı. Grup Yorum falan dinliyordu. Onları dinlerken buldum kendimi. Ahmet Kaya, Attila İlhan’ın bir şiirini bestelemişti, Ne Kadınlar Sevdim Zaten Yoktular. O güne kadar aşık olmamama rağmen o şiir beni çok etkilemişti. Oradan Attila İlhan’ı keşfettim. Bizim okulun ordan geçerdi, önünü keserdim sık sık. Attila İlhan büyük bir figürdü. Yanına Nazım Hikmet eklendi. Duvar’ın arkasında Attila İlhan, Nazım için bir yazı yazmıştır, “Aşkolsun bu çocuğa, nasıl şiirler yazıyor” der. Attila İlhan böyle diyorsa, Nazım’ı da okumak lazım, diye devam ettim. Kitabı aldım, babam gördü, “Bu komünistleri niye okuyorsun?” diye çıkıştı. Ben de “Komünist değil ki” diye savundum güya.

Ama sonra gördüm ki adam “ben komünistim” diyor. O zaman merak edip komünizm okumaya başladım. Attila İlhan gibi çanta kullanayım, öyle şapka takayım, diye diye gitti. Şiirlerini halen çok seviyorum. Bu adamlarla beslendim. Sonrası klasik; Edip Cansever, Turgut Uyar… O gelişim kendini öyle tamamlıyor. Olmak istediğin şeyi buluyorsun. Sonra Sait Faik’i keşfettim. İyi bir Tarık Dursun K, iyi bir Tomris Uyar okuyucusuydum. Leyla Erbil’i okudum… Böyle böyle Türk edebiyatını iyi okuduğuma inanıyorum. Diyeceksin ki yoksulluk durumunun ifadelendirilmesi vs. Vesikalı Yarim’de bir sahne vardır. Kuyumcudan yüzük alır, “kadife kutuya da koyacak mısın”, der. Bunu yazamadığın zaman aşk yazmış olmuyorsun. Uzun zaman “küçük insan” hikâyesi yazıyor dediler benim ve birçok yazar için. İnsan insandır, küçüğü büyüğü olur mu? Büyük bir şeydir insan, onun peşinden gidiyorum. Türk edebiyatı çok çabuk sınıf atladı ve birdenbire parslardan, jaguarlardan bahseden bir edebiyatla kalakaldık. Kendi kuşağımdan farklı olarak ben bu kaynaklardan beslendim. Klişeye, klasiğe olan ilgimi kaybetmedim. Bir de itilen, kenara atılan şeylere sahip çıkmayı çok seviyorum. Sevilmeyen ne varsa, sevdim.

Arnavut damarı mı?

Olabilir. Öyle olmayınca sahici olmayacağımı düşündüm. Benim için önemli olan sahicilik. Samimiyet kelimesi çok kirlendi, onu kullanmayı sevmiyorum, ama sahicilik kelimesi hâlâ geçerli. Füruzan okuduğumda dışarı çıkıp aşık olmak, bir şeyleri yakmak istedim. Banka camı taşlamayacaksan niye hikâye yazıyorsun. Bakunin’in “banka soymak değil, kurmak suçtur” cümlesi sana eşlik etmiyorsa niye yazıyorsun?.. Okuduklarının hayatında bir karşılığı yoksa, “ay metinlerarasılık, ay bilmem ne” diyerek yaşamanın bir anlamı yok.

Edebiyatı bir silah gibi görüyorsun anladığım kadarıyla… Öfkeli bir çocuk eline öldürmeyen bir silah almış…

Öldürmemesi onu çekici kılıyor. Kimseye zarar vermiyor, kimse okumadığı için. Annem, babam bile yazı yazdığımı ilk ödül aldığımda öğrendi. Babam hatta “Sen bunların hepsini yaşadın mı?” diye sordu. Klasik soru odur ya… “Bilmiyorum”, dedim ben de. O silah hoşuma gitti. Hem kansız, temiz iş. Hem de etkili. Burada biri vardı ve söyleyecek bir şeyi vardı. Yeni meselesine çok takılmadım, çünkü dünyada 2500 yıldır yazı yazılıyor. Yeninin ne olduğu da çok tartışma götürür bir şey. Mevlana diyor ya “Gün bitti yeni şeyler söylemek lazım” diye. Hiç de yeni şeyler söylemek lazım değil. Gün de bitmedi ayrıca. Benim derdim sadece düşündüğüm şeyi söylemek, yeni ya da eski. Nasıl söylediğin önemli burada. Seni sen yapan da o. Onu kazanmak da zaman içerisinde olan bir şey. Bunu bulduğunda artık yazmaya gerek kalmıyor.

Sürekli bir takım polemiklerin içindesin. Yazmak yetmiyor mu ki bu öfke devam ediyor?

Sosyal medyadan söz ediyorsun. Haklısın bazen çok gündelik tartışmaya giriyorum. Bunun çok hatalı olduğunu söyleyen dostlarım da oluyor. Dayanamıyorum ki… Bir adam bugün tutup bana Samatya’da öldürülen Ermeni kadınlarla ilgili yazdığım bir şeye “provoke ediyorsun, Ermeniler bu ülkede rahat yaşıyor” diye karşılık verdi. “Altı yıl önce bir Ermeni gazeteci öldürüldü” dedim. “Müslüman gazeteciler de öldürülüyor” dedi. İyi de onlar Müslüman oldukları için öldürülmüyorlar. İster istemez bir süreç başlıyor. Şunu sevmiyorum: Ben yazarım, kitaplarım var, iyi de yayınevinden çıkıyor kitaplarım. Benim için bir kasap, bakkal, kahveci neyse, yazar da o. Kitaplarım var diye susacak değilim.

Yazmak, siyasal tutum almaktan imtina etmeye neden olmamalı diyorsun?

Tabii ki. Köşe yazarı değilim. Olsam da eylem halinden uzak duramam.

Oryantalizm yazan adamın gidip taş atması gerekmiyor.

Ama attığı zaman yazdıklarının başka bir anlamı daha oluyor. Ona daha çok inanıyoruz. Ben söyleyeceğimi söyledim… Ama, herkes herşeyi söylüyor, herkes konuşuyor. Herkesin bir fikri var. Benim sözümü diğerlerinden kıymetli kılan ne? Bir mücadelenin içindeysen elinden gelen herşeyi yapmak zorundasın. Orada o adama bir şey söylemek zorunda hissediyorum kendimi. Bir yandan da bir yazarın, kitapları yayınlanmış birinin, sosyal medyada bir şey yazması insanların dikkatini çekiyor. Orada sözün daha çok karşılık buluyor bu defa. Bu iyi bir şey…

Beni gazeteci zannediyorlar mesela. Hiçbir yazımı okumamış, ama kitabım olması yazdığım şeyi daha inandırıcı kılıyor ona. Ama bu yazarlıkla ilgili bir şey değil. Kitap yazmasam da o tartışmaya girecektim. Yazar olmam buna neden engel olsun? Şimdi yazarlara “ideolojik olmak” eleştirisi getiriliyor ya. Ben şunu diyorum: “Bunu diyenin kendisi ideolojik bir şey söylüyor. İyi ki ideolojiğim.” O açıdan sözün o kadar değerli olduğu nereden çıktı ki?.. Hayatı Fanatik Gazetesi okuyup kafa tokuşturmaktan ibaret zanneden bir dolu çocuk var. Onlara bir şey söyleyemiyorsan neye yarar ki yazdıkların? Ben yazdığım şeyin işe yaramasını istiyorum.

Evlilik vs. tamam, ama çocuk sahibi olmak başka bir şey olsa gerek… Bu senin memlekete, kendine, edebiyata bakışını nasıl değiştirdi?

İnanılmaz değiştirdi. Edebiyata değil de hayata bakışımı çok değiştirdi. Bir insanı her haliyle çırılçıplak görüyorsun. El kadar bir insanı kucağına veriyorlar. O senin eline işiyor, eline kusuyor, eline sıçıyor. İnsan olarak kendimizi kapattığımız her şeyi, onun büyürken yaşadığı her tecrübede bir kez daha izliyorsun. Onun yaşadığı ya da yaşayabileceği sancıları, dünyaya bakışını gördükçe sen kendini tanıyorsun. Onu sevdikçe kendini de tanımaya başlıyorsun. Hiç kimse kendini dört yaşında hatırlamaz. Ama onun dört yaşında, üç yaşında, kendi dört yaşını, üç yaşını görüyorsun. Çünkü hepimiz aynı maceradan geliyoruz.

Çocuğum olduğundan beridir, çocuklara başka türlü bakıyorum. Algıda seçicilik meselesi. Baktığım her yerde çocukları görüyorum. Kendi çocuğumu, kendi çocukluğumu görüyorum. Bunlar ister istemez yazdıklarıma da yansıyor. Ayrıca edebiyat da çocukla ilişkime yansıyor. Çünkü kendi çocuğunu da onun dolayımıyla tanıyorsun. Kibritçi Kız masalı anlatmadan vicdanlı bir çocuk nasıl yetiştirirsin? Bir yerde okumuştum, Kül Kedisi aslında sınıfsal değişimi anlatıyor. Bunu masal olarak dinlemezsen çocukken, büyüdüğünde daha zor anlıyorsun. Ben hiç masal dinlemedim mesela, hiç masal dinlememiş olmanın eksikliğini çocuğuma masal anlatırken anladım. Bir de emeğin ne olduğunu anlıyorsun. O canın çıplak halini görmeyince yazdıklarında da eksiklik oluyor. Bir de bilmediğin bir sevgi türünü öğreniyorsun. O güne kadar anneni-babanı seversin, karşı cinsi seversin, arkadaşını, dostunu, hayvanları seversin. Ama çocuğunu sevmeyi öğreniyorsun. O çocuk başka bir şey. Ona yemek diye fare zehiri ver, yer. Sana güveniyor. Bu garip bir şey. “Ben gidiyorum, senin beni büyütüşünü beğenmedim”, diyemez. Oradaki bağlılıkta karşılıksız sevgi durumu var. O çocuğun dünyasındaki büyük sevecenliğe karşılık iki alıcı var yalnızca: Anne ve baba.

Bizde baba pek ortada yoktu. Annelerimizi sevdik. Ama şimdi ona ulaşmanın yollarını arıyorum. Çocuk çünkü çok zeki bir yaratık. Tanımlamıyor. Bilmediği için hesapsız. Sevmediği yemeği yemiyor, aç kalırım diye düşünmüyor, yemiyor. O kadar hesapsız. Bu hesapsızlıkla ortaya çıkan sevgi de sahici sevgi. Sonra düşünüyorsun, ya bu hesapsızlıkla birgün bana isyan ederse. Bu yüzden bazen iyi ki oğlum yok diye düşünüyorum. Çünkü öyle bir durumda ne yapacağımı bilemiyorum.

Kızları hafife alayım deme…

Haklısın… Ödüm kopuyor.

Şimdi neyle uğraşıyorsun, roman yazıyorsun galiba…

Bir sabotaj tarikatını yazıyorum. M.Ö. 5. yüzyılda yaşayan ve hayatını yakarak sürdüren bir adamı, 2012 Türkiye’sine getiriyorum. İşin içinde Naziler falan da var. İçinden çıkabilirsem bir daha bir şey yazmayabilirim. Üç büyük bölüm yazdım, ortasına gelmedim daha. Sonunu biliyorum sadece. Yaptığım, okuduğum, dinlediğim ne varsa onun üzerinden. Bugüne kadar yazdıklarımın çok dışında. Zaman üzerine, isyan üzerine, anarşi üzerine… Yapmak için direniyorum. Adı Zifir olacak. Rüyalarımda ona kapaklar falan çiziyorum. İki sene koydum kendime, iki senede yazamazsam yazamam.

Not: Röportajın kağıda basılı versiyonu Bir+Bir, Mart 2013 sayısında…