Neşet Ertaş yazısının Anne Baba sitesinde ne işi var diyenlere ne diyeceğiz dedim Ayşe Çavdar’a. Cevabı çok şıktı: “Türk Halk Müziği’nin babası o da.”
Neşet Ertaş’ın kudretini tasavvur edebilmek zordur. 1996’da Murat Meriç’le Siyah Beyaz gazetesi maceramız sırasında odamıza insanları çağırmak için bir yol bulmuştuk. Seslenmek zahmetli oluyordu. “Bir dakika”lar bitmiyordu. Biz de onları toplamak istediğimizde Neşet Ertaş koyardık teybe. Hop, bir dakika içinde oda tıklım tıklım olurdu. Hakikaten.
Aynı yıl Alper Fidaner, Murat Meriç ve Cem Öz ile beraber Müzük dergisini çıkarırken bütün söyleşilerimizde ve basın bültenlerimizde şu laf muhakkak geçiyordu: “AC/DC’den Neşet Ertaş’a her türlü iyi müzik”.
Sonra Neşet Ertaş’la söyleşi yapmak için dört bir yana haber saldık. AC/DC’ye çok daha kolay ulaşırdık kesin. Dört adet geniş çevreli gazeteci, aylar sürdü telefonuna ulaşmamız.
O zamanlar Almanya’da düğünlerde çalıyordu.
Sonra aradık, telefonla olsun söyleşi yapıp yapamayacağımızı sorduk ve sözleştik.
Kibar, tatlı, aynı anda ağabey, baba ve arkadaş, hakikaten çok mülayim, sahnedekinin aynısının tıpkısıydı telefonun ucundaki ses. Epey uzun konuştuk. Epey konuya girdi. Neden göç ettiğinden girdi küskün olduğu Kırşehirlilerden çıktı. Müthiş bir söyleşi olmuştu. Siyasi konulara dahi girdi. Ki bunu bir daha görmedim.
Kapatırken de sıkı sıkıya tembih etti. “Muhakkak çıkmadan oku bana telefonda” dedi. “Tabii ki” dedim.
Sonrası buruk. Dergiye geliyorum, bir not: “Neşet Ertaş aradı”. Bırakılan notların en gurur vericisi tabii ki. Lakin günde iki frekansıyla bir hafta kadar her gün aradı. Sürekli bir yerlerini çıkarttırdı söyleşinin.
“Neşet abi neden böyle heyecanlısın Allah aşkına, endişelenme bu kadar” gibi bir şey söyledim ben sonunda.
Ne dese beğenirsiniz? “Metin Bey oğlum, ilk defa bir söyleşim yayınlanacak, nasıl heyecanlanmam?!”
Velhasıl, Ayşe’nin çabaları, Murat’ın her daim arşivciliği sayesinde 1996’daki o söyleşiyi bulduk. Çok büyük adamsın Neşet “abi”. Her daim ağabeyisin hepimizin.
Türkiye’de müziğin adı: Neşet Ertaş
Müzük, Sayı: 4, Sene: 1996
Neşet Ertaş, sayısını kendisinin bile tam olarak hatırlayamadığı sayıda bestesi, yorumu ve derlemesiyle Türkiye müziğinin bir özeti gibi. Şarkıları, türküleri Yıldız Tilbe’den Cem Karaca’ya onlarca ağızdan ünlü oldu. Yıllar önce Türkiye’den ayrılmış olmasına rağmen hep gündemde kaldı. Ancak bu bahsettiğimiz, medyanın oluşturduğu gündem değil. O sahiden “halkın tercihi”ydi. Her yaştan olmak üzere rock’çısından, solcusundan cazcısına, Türk popçusuna, İslamcısına ve hatta ülkücüsüne kadar hayranları var. Tatlı Dillim Güler Yüzlüm’ü, Mühür Gözlüm’ü, Zülüf’ü… bilmeyen, sevmeyen yoktur diye düşünmüşümdür hep. Türkiye’ye gelse stadyum doldurabilecek kapasitedeki bu güzel insan, Almanya’da “kenarda” bir yaşamı tercih etmiş. Müzük henüz bir niyet olarak varken Neşet Ertaş’la konuşmak, aklımıza ilk gelen fikirlerdendi. Bunun çok zor olacağını da düşünmüyorduk açıkçası. Ama fikri bile heyecan vericiydi. İlk sayı hazırlıklarıyla birlikte Neşet Ertaş’a ulaşma çabası da başladı. Önce gazetelerdeki eş-dostla başladık işe. Arkasından bilumum ozan derneklerinden, Kırşehir Belediyesi’ne kadar bütün kanalları zorladık. Eski büromuzda derginin diğer neferleriyle beraber bir yandan “ne soracağız?” bir yandan da telefon numarasını arıyorduk. Uzaklada bulamadığımızı yakın çevreden, hem de birkaç yerden birden bulunca abartısız bir heyecan bastı. Bu heyecan içerisinde Ertaş’a ulaşacağız diye ikinci sayının baskısını bekletirken Neşet Ertaş önce dergimizi görmek istedi. Apar topar Almanya’ya bir Müzük gönderdik. Ve bu sefer de “Ya dergiyi beğenmezse” paranoyası bastırdı. Neyse ki, övünmek gibi olsun Neşet Ertaş, dergiyi çok beğendiğini ve bizimle konuşacağını söyledi. Neticede Almanya’yla yapılan yaklaşık 1.5 saatlik telefon konuşması sonrasında söyleşi tamamlanmıştı.
Biz mutluluk içerisinde söyleşiyi deşifre ederken bu sefer Neşer Ertaş’tan telefon geldi. Ertaş, bizi sahiden şaşırtan şeyler söyledi. Biz meğer farkında olmadan zannetiğimizden çok daha mühim bir iş yapmışız. Bu 40’a yakın kaset yapan, binlerce “önemli” şarkısı olan “gönül adamı”yla yazılı basında ilk söyleşiyi biz yapmışız. Ancak Neşet Ertaş, biz dördüncü sayıyı hazırlarken bizi arayarak bunun yayınlanacak ilk söyleşisi olduğu için çok titizlendiğini, söyleşinin yapıldığı haliyle yayınlanmasını istemediğini, başka şeyler de ekleyerek bize göndereceğini söyledi. Biz de Neşet Ertaş’ın bu talebi doğrultusunda söyleşiyi bu sayıya kadar beklettik. Ertaş’ın aşağıya yazdığı notta da görüldüğü gibi aşağıdaki metin, söyleşinin Ertaş tarafından gözden geçirilmiş hali.
Türkiye’de türkü söyleyenlerin çoğunun bir Türkçe ve “kendi gibi olamama” problemi vardır. Bu problem ya İstanbul Türkçesi sendromu geçirdiklerinden dolayı yapmacık bir “düzgün” Türkçe, ya da otantik olma adına “zorla” yapılmış ve bunu her haliyle belli eden aksanlı Türkçe şeklindedir. Bir de TRT ve devlet politikalarından kalma bir alışkanlıkla hep bir ağızdan türkü söyleme ya da çalma alışkanlığı vardır. Bir sürü, bir örnek giyinmiş “adam” bağlamaya bir örnek vurur ve ziyadesiyle boyalı bir kadın tuvalete benzer bir “çağdaş” kılıkta bağırır (iddiaya göre türkü söyler). Üstelik genellikle bas gitar, bateri gibi “Türk Halk Müziği” enstüramlarıyla yapılan desteklerle icra edilir bu “türküler”. Durum böyleyken Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş, Hacı Taşan, Çekiç Ali gibi nesli tükenmekte olan “sahiden” türkücüler daha da önem kazanıyor.
Neşet Ertaş, türkülerinde nasıl “Datlı Dillim” diyorsa konuşurken de öyle. Göğsünü gere gere “goynum” diyor, zorla “gönlüm” demiyor. Sadece bu bile, artık çok zor bulunur bir özellik. Çünkü müzisyenlerin Türkçe problemi, Rafet El Roman’ın imaj uğruna Türkçesini deforme etmesinden ya da Ahmet Kaya’nın aynı sebeple şarkılarında tuhaf bir aksan geliştirmesinden ibaret değil. Memlekette kimi, düzgün Türkçesini bozmaya kimi de aksanlı Türkçesini düzeltmeye çalıştığı için ve kimse olduğu gibi olmayı denemediği için durum fena. Goynum demek asla bozuk Türkçe’ye tekabül etmez. Ona Kırşehir’de zaten “goynum” denir. Dil ve kültür lokaldir. Asıl bozuk olan zihniyet ve Türkçe kırk yıllık mavi’nin “a”sını şarkı söylerken kısa okumaktır.
Neşet Ertaş, benim bugüne kadar karşılaştığım (abartısız) en alçak gönüllü insan. Hatta bu zaman zaman söyleşiyi zorlaştırıcı unsur bile oldu. Ertaş’ın bugüne kadarki tecrübelerinden olsa gerek en büyük korkusu da yanlış anlaşılmak. Söylediği sözlerin birilerini incitmesinden, niyeti aşan anlamlara ulaşmasından çekindiği için her şeyi uzun uzun ve tane tane anlatıyor.
Neşet ertaş anlatıyor
Türkiye’den neden ve ne zaman ayrıldınız?
’77-’78 civarı ayrıldım. İşim gereği biraz fazla alkol alıyordum, almak zorunda kalıyordum. Bunun bende arızaları peydah oldu. O aralar Hacettepe Hastanesi’nde tedavi gördüm. Ama pek faydalanamadım, parmaklarımda uyuşukluklar başladı. Doktorlar yardımcı olmaya çalıştılar ama bu uyuşukluklar geçmedi. Burada kardeşim vardı. Ona mektup yazdım, davetli olarak buraya çağırdı. Daha doğrusu mağdur kaldım ben Türkiye’de. İki sene bunu kimseye söylemedim. İş yapamadım; bir yere de gidemedim. Davet mektubuyla buraya geldim, burada tedavi oldum. Mektup aracılığıyla üç ay dışarı çıkılabiliyordu. Bu kısa zamanda hastalığım tam geçmedi. Ama faydalandığımı gördüm, hastalık yavaş yavaş geçiyordu. Tam iyileşmem için uzun kalmam gerekiyordu, uzun kalmam için bir şeyler araştırıldı. Doktora müzisyen olduğum söylenildi. “Profesyonel müzisyenlere dünyada bir hak var, bundan yararlanabilirsin” diye birileri akıl-fikir verdi. Bu, Türkiye’den araştırıldı ve iyi kötü bir sanatçı olduğum anlaşıldı. Bu araştırma sonunda Alman devleti müzisyen olarak benim kalmama izin verdi. Türkiye’ye gittim yeniden. Devletlerararası anlaşmayla, buraya gelen işçiler gibi her şeyim kontrol edilerek buraya geldim. Ama işçi olarak değil de müzisyen olarak. Burada kendi işimi kendim görüyorum. Yani Almanya’dan para almıyorum, kendi ayptığım müziklerden her ay her şeyimi kendim ödeyip karşıladıktan sonra, sigortalarımı şunlarımı bunlarımı hallediyorum. Buranın vergi dairesi de her ay benden ayrıca para alarak beni burada bırakıyor. Bu şekilde oturma haklarını bana verdiler. Ama ben bu Alman devletinin parasından direkt olarak yararlanamıyorum. Çünkü onların işinde çalışmıyorum. Burada düğünlere gidiyorum, bazen konserler oluyor. Konser derken ufak tefek şeyler. Geçinmemizi öyle sağlıyoruz.
Türkiye’ye gelseniz stadyum doldurabilecek kapasitedesiniz. Durum böyleyken orada düğünlerde çalıyor olmanız ilginç değil mi?
Teşekkür ederim bu duygularınız düşünceleriniz için. Ne de olsa biraz yaşlandım haliyle. Oraya buraya koşturamıyorum.
Bizi en son İbo Şov’da seyrettim, hiç de yaşlanmış görünmüyordunuz…
Teşekkür ederim, sağolasınız. Yaşım elliyi geçiyor. Onun için çok tükendim. Sonra çoluk çocuklarım da benim burada, bir oğlum var, iki kızım var. Oğlum üniversitede son sınıfta, bu sene bitirecek, hanımı bitirdi. Kızım da bu sene bitiriyor. Çocuklarım hep okullarda, işte onlara mümkün olduğu kadar yardımcı olmak istiyorum. Ayrıca tabii onlar buradayken benim oraya gitmem haliyle bir baba olarak biraz zor olacak. Onun için burada oturmaktan başka yolum kalmadı.
Şarkılarınız yıllardır gündemde, birçok alanda başka müzisyenler yıllardan beri bunları söylüyor, sizin bunlardan herhangi bir geliriniz var mı, telif ödeniyor mu?
Ben 39 senedir, gramofon devrinden beridir plak okuyorum. Bu zamana kadar hiç kimseden telif hakkı gelmedi. Bu son günlerde telif hakları kanunu çıkmış. Mesam diye bir yerden bana bildiri geldi, ben imzaladım, gönderdim, ilk defa geçen yaz, Mesam, birikenlerden bir miktar bana telif hakkı gönderdi. Buradan onlara da teşekkür etmek istiyorum, memleketimizin kanunlarına böyle yenilikler eklendiği için memleketimize de teşekkür etmek istiyorum. Ben değil, nice mağdur bestekarlar var ki şimdiye kadar bunların besteleri okunurdu ve sahip çıkılmazdı. Çıkılsa ne olacak, bir şey alamıyorlardı…
Mühür Gözlüm de bu konuda biraz problemli galiba…
Mühür Gözlüm konusunda telif hakkı olmadığı için bir araştırma yapılmadı. Bu telif hakları yasası çıkınca Mühür Gözlüm’ün sahibi ortaya çıktı. Sahibi derken, sahibi zaten vardı; Aşık Ali İzzet Özkan. Bundan aşağı yukarı 30-35 sene evvel, Zeki Müren, Mühür Gözlüm’ü şairinden, tapusuyla, yani bestesiyle, her şeyiyle büyük bir para ödeyerek satın almıştı. O dönemde Ali İzzet’in Zeki Müren’le beraber resimlerinin de gazetelerde yayınlandığını görmüştük. Zeki Müren, Türkan Şoray’la beraber Mühür Gözlüm’ün filmini de çevirdi (Düğün Gecesi). Mühür Gözlüm filmini seyretmeye gittik. Sözler güzeldi, ama şarkı aranjman olarak okunmuştu. Mühür Gözlüm’ün sözleri kulağımda kaldı, ben bunu kendi yorumumla söyledim. Gidip geldiğim yerlerde, düğünlerde, şurada burada çalıyorddum, tekrar tekrar çaldırıyorlardı. Bu şekliyle radyoda okumak istedim. O zaman Ankara radyosuna emisyonlu sanatçı olarak, yani program sanatçısı olarak imtihanla girmiştim. Bunu çalmak istediğimde teknisyenler beni durdurdu. Halk müziği şube müdürünü çağırdılar; “Neşet Ertaş Mühür Gözlüm’ü okuyor, ne diyorsunuz?” dediler. O da geldi, anlayışlı bir insandı, Zeki Müren resmen bu şarkıyı tapusuyla birlikte almıştı. Neşet çal bir dinleyelim dedi bana, ben çaldım dinledi. Benim de kırılmamam düşüncesiyle kayda alalım, gene de yayınlamayalım dedi. Kayda alındı ve sonradan yayınlandı. Yayınlandıktan sonra halk bunu, benim yorumumla benden istemeye başladı ve o günden bu güne benim yorumumla bu türkü duyuldu. Herkes benim yorumumla okudu. Şimdi televizyonda çıkan bazı hazırcılar görüyorum. Evet Aşık Ali İzzet Sivaslıdır ama bu yorum onun değildir. Bunu gözümüzün içine baka baka televizyondan “Bu Kırşehir’in değil, Sivas’ındır” diyenleri duyuyorum. Onlar kendilerini bilseler, şunu da bilirler ki tonlarca söz var kitaplarda ama bunca şarkıyı kulaklara ileten yorumdur, melodidir, havadır. Bunlar kendilerini bilmedikleri için gözümüze baka baka “Bu Sivas’ındır” diyorlar ve ben de buna üzülüyorum. Hiç olmazsa sözleri Ali İzzet Özkan’a, yorumu Neşet Ertaş’a ait olan bir Sivas türküsü diyebilirler.
Alevi olmanıza rağmen, bildiğimiz kadarıyla bir tek Alevi türkünüz var: “Hey erenler hak aşkına kalkın semah edelim.” Bu ritm olarak da ses olarak da diğerlerinden farklı. Bunun nedeni ne? Niye tek şarkı, fark niye ya da bize mi öyle geliyor?
Efendim bildiğiniz gibi biz Bektaşi’yiz. Cemevi’nde kadın erkek hep beraber bir arada oluruz. Camide imama, Cem’de dedeye uyulur. Dede’nin talimatı üzerine Cem devam eder. Dede’nin yanında Zaku denilen ozan, veya ozan deyişleri söylenir. Bu deyişler hak için, dua için, ibadet için söylenir. Dinlenen deyişler de semah dönenlere söylenen deyişler de Allah için, ibadet için, dua için söylenir. Bazı çevrelerde kadın-erkek birarada, sazlı sözlü olduğundan yanlış değerlendiriliyor. Onun için sık sık Allah Allah diyerek deyişler dualandırılır. Aşk ile dualarının kabul edilsin anlamında, amin gibi kabul edilsin Allah Allah demeleri. Semahı da türkü kabul edin, Allah Allah denen yerde başka fikrin olamayacağını vurgulamak için bu semahı söyledim. Ben de kendimce bir ozanım. Deyiş geleneği, hep eski ozanlarımız geleneğine deyişlerine saptanmış eski ozanlarımızın bugüne gelen deyişlerinin içinde örneğin “pir” kelimesinin aldatıcı olduğunu düşünenler var. Tüm gelmiş geçmiş ozanlarımız ne derse desin ben bu kelimenin “yar” anlamında olduğunu açıklamak istiyorum. Aşık Veysel, “Benim sadık yarim kara topraktır” demiş. Bana da sorarsanız ben de toprak derim. Var olan her şeyin aslı topraktadır. Yediğimiz, içtiğimiz, ayımız, güneşimiz, canımız topraktadır.
Katolik olsun, hangi inanıştan olursa olsun, Allah deyi, örneğin bir ağaca sarılsın, ister kendi kendine, isterse istediği yerde kalpten Allah’a yol var. Bütün kalpler Allah’a bağlıdır. Kendini bilen, bunu bilir.
Babanızın ve sizin kaç türkünüz var hatırlıyor musunuz?
Bunu bilemiyorum, kaç tane olursa olsun önemli değil. Babam olsun, ben olayım insanların gönlüne hizmet için türkülerimizi söyledik. Halkımız kaç tanesini kabul ettiyse biz o kadar diyoruz.
Zülüf Dökülmüş Yüze konusunda bir takım şaibeler var, şarkı sizin mi Hacı Taşan’ın mı, yoksa babanızın mı?
Hacı Taşan babamın çırağı. Babamdan öğrenmiş sazı. Hacı Taşan’ın yüzde türküleri, babamın ağzı, babamın türküleridir. Anamı babam, Keskin’den almış. Keskin’de çok kalmış. Kırıkkale, Yozgat, çoğu illerde babam, sazı omuzunda beni de 5-6 yaşlarında yanına aldı. Beraber gezdik. Zülüf’ün havası babamdan gelir. Ben biraz düzelttim sözlerini.
Türkiye’de olup bitenleri takip edebiliyor musunuz? Gözaltında kayıplar, güneydoğu, Manisa’da son yaşananlar, polisin çocuklara tecavüzü vs. gelişmeler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye Cumhuriyeti bir devlettir. Devletin kanunları var, bu her vatandaşı için geçeridir. Devletin bazı yerlerinde olumsuz durumlar oluyorsa bunu görmek devlete düşer. Dünyanın neresinde olursa olsun, insan olan, vicdanını kaybetmeyen herkesin olumsuz, insana yakışmayacak hareketlere gönlü razı olmaz. Ben isterim ki dünyamız biz insanlar için cennet olsun. Hayvan sıfatı taşıyan huzurunuzdan uzakta. Örneğin, yılan, akrep, at, öküz, kedimiz, köpeğimiz buna açıkça şahittir. Görene bilene madem ki insan, cennete geliyor, insan hak eşitliğinde yaşasın, mutlu olsun ki dünyanın insanlar için cennet, hayvanlar için cehennem olduğunu bilsin.