Büyük bir şehirde yaşıyor, kocaman bir süper ya da hiper marketten alış veriş ediyor, gıdalarınızı ambalajlarına göre seçiyorsanız bu röportajı okumayın. Çünkü canınız sıkılacak. Yediklerinizin, aslında yediğinizi düşündüğünüz şeyler olmadığını söyleyen, tükettiğiniz her endüstriyel gıda ürünüyle dünyayı yani ortak yaşam alanımızı yok ettiğinizi hatırlatan bir aktivistle yapıldı bu röportaj çünkü. GDO’ya (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalara) Hayır Platformu’ndan Mebruke Bayram, yazdığı kitaba Gıdalar, Ambalajlar, Silahlar ve Açlar adını verdi. Yan yana gelmesi birkaç on yıl önce hepimize saçma gelecek bu kelimeler bugünlerde dilimizden düşmeyen emlak krizinden çok daha büyük bir krize işaret ediyor; ekolojik krize. Bayram kitapta, sıradan tüketicinin parlak, “sağlıklı”, “güvenli” ambalajların ardına gizlenen devasa gıda üretim endüstrisinin neden doğaya dolayısıyla onun hakimi değil, -bunu kabul etmeye hiç yanaşmasa da- yalnızca sıradan bir parçası olan insana düşman olduğunu anlatıyor. Bayram’a karın doyurmanın nasıl olup da masumiyetini kaybettiğini sorduk kısaca. O da bize dünyada aç insan bırakmamak niyetiyle ortaya çıkan endüstriyel tarımın, nasıl olup da insanları açlığa mahkûm ettiğini anlattı.

Bize önce kitabın adını açıklar mısınız? Gıda ve ambalaj neden silah ve açlıkla yan yana?

Özellikle endüstriyel tarımın yaygın olduğu Batılı ülkelerde gıda ambalajlarına bakarsanız, merada otlayan mutlu inekler görürsünüz. Ama aslında o ineğin, o sütün alındığı inekle bir ilgisi yoktur. Sütün alındığı ineğin yeşil çayır görme ihtimali de neredeyse sıfırdır. Çünkü endüstriyel üretim, hayvanları da binaların içerisine hapsetmiş durumda ve o hayvanlar da hazır gıdalarla besleniyor. Bizimki gibi ülkelerde henüz yeşil çayırları görebiliyoruz, ama yavaş yavaş tarım şirketleşmeye başlıyor. Biz de benzer gıdaları görmeye başlayacağız ve bu giderek artacak. Tarımın tamamına hakim olacak. Nitekim, büyük şehirlerde tükettiğimiz sütlerin büyük bir çoğunluğu da yine endüstriyel tarım ürünleri.

Şirketler ne yaptıklarını gayet iyi biliyor olmalılar ki ambalajlardaki doğa vurgusu da giderek ağırlık kazanıyor.

Tabii ki farkındalar. Yavaş yavaş insanlar bu konuda tepki göstermeye de başladılar. Doğal gıdayı savunan pek çok sivil toplum kuruluşu, toplumsal hareket var. Bu tür gıda üretimine karşı çıkıyorlar. Şiketler de tüketicilerini bu muhalefete bağışık kılmak için ambalajlarında doğallık vurgusunu daha çok kullanıyorlar.

Aynı mantık endüstriyel tarım yapan kimi küresel şirketlerin, pek çok sosyal sorumluluk projesinde yer almasında da var. Açlara yardım, hayır işleri vs. Bu sosyal sorumluluk projeleri, genelde endüstriyel kâra yönelik başka girişimlerin halkla ilişkiler faaliyeti olarak değerlendirilebilir mi?

Aslında öyle. Endüstriyel tarımın başlangıcı olan Yeşil Devrim’in temeli tohum araştırmalarının başlatıcısı durumundaki uluslararası şirketler ve kurumlar. Bir çeşit sosyal sorumluluk faaliyeti olarak başka alanlarda varlık gösteriyorlar. Bu da yine çevreye verdikleri zararın farkında olduklarını gösteriyor. Biraz bunun vebalini ödemeye çalışıyorlar galiba. Ya da verdikleri zararı mazur göstermeye çabasındalar.

Endüstriyel tarım fikri nereden çıktı?

Genelde şu söylenir: ‘Dünya nüfusu artıyor, bu nüfusu beslemek için daha fazla gıdaya ihtiyacımız var. Endüstriyel tarım da tek yol.’ Ama gerçekten bu böyle mi tartışılır. Geleneksel tarım metotları yetmiyor mu? Aslında dünyada yeterli gıda var. Ama adil paylaştırılamıyor. İnsanlar gıda yokluğundan değil, adaletsiz paylaşımdan dolayı aç kalıyorlar. Endüstriyel tarım gıda miktarını artırıyor, ama adil paylaşım eksikliği yüzünden açlarla aşırı toklar arasındaki uçurum da büyüyor. Bu alanda tekelleşen şirketler daha büyük kârlar elde ediyorlar. Küçük üretici üretim sürecinin dışına itilmeye başlandı. Bu yüzden de açların sayısını azaltmak gayesiyle ortaya çıkan endüstriyel tarım, tam tersine açlığı körükledi.

Şirketlerin tarımsal kaynakları kullanma biçimleri de dünyayı tüketiyor galiba.

Endüstriyel tarımın kullandığı teknikler, doğayı, o alanda çalışan insanları tüketiyor. Bir çok yıkıcı etkisi var. Buna muhalif insanlar da kendi tekniklerini geliştiriyorlar. Doğal üretim metotları da kendi içerisinde gelişiyor. Öyle olmasa dahi aslında hâlâ doğayla dost üretim yaparak dünyayı ve insanları doğru biçimde beslemek mümkün. Bir yandan tarım topraklarının azaldığından söz ederken, diğer yandan tarım topraklarını madenler için, yol yapımı için yok etmek çelişkili bir durum.

İnsanın beslenebilmek doğayı yok etmesi bir zorunluluk mu?

Değil. İnsan nüfusunun artmasının nedenlerinden biri tarımın ortaya çıkması. Bu baştan böyle gelişti diye böyle devam etmek zorunda değil. Elbette avcılık, toplayıcılıkla geçinelim demek mümkün değil. Ama var olan kaynakları doğayla dost bir şekilde organize etmek mümkün. Öte yandan var olan örgütlenme öyle bir şey ki bir yandan çevreyi, bir yandan insanın kendisini tahrip ediyor. Bunun sebebi de tüketim kültürü. Bu kadar fazla üretimin olduğu bir yerde açlığın nasıl olabileceğini insan tahayyül edemiyor. Aslında sistemin tamamı bunu tetikliyor.

Emlak krizini çok konuşuyoruz ama asıl tehlike gıda krizi gibi görünüyor. Bu kriz söylemi endüstriyel tarımı tetikleyecek gibi görünüyor. Bize çözüm olarak sunulanların hangisinin gerçekten çözüm olduğunu, hangisinin yeni sorunlar üreteceğini nasıl ayırt edeceğiz?

Aslında biz bir ekolojik krizin ortasında yaşıyoruz. Bu kriz birden bire ortaya çıkmıyor. Doğayla ilgili pek çok sorunu zaten yaşıyoruz. Örneğin biyoyakıt şimdi öne sürülen çözümlerden biri. Biyoyakıt Avrupa’da küçük üreticiler tarafından senelerdir kullanılan bir teknoloji. Üretici birlikleri tarımsal artıklardan ya da arazinin bir köşesinde üretilen bitkilerden zaten biyoyakıt yapılıyordu. O ölçekte yapıldığında çevreye zarar vermiyordu. Ama tarım sisteminin içine dahil olup, araba yakıtlarının bir kısmını buradan karşılamaya kalkıştığımızda çevresel soruna dönüşüyor.