Elektrik kesildi. Başka zaman olsa giyinip kuşanıp evden kendimi dışarıya atmam beş dakikayı geçmezdi. Sokağın güvenli kollarında kendimi daha rahat hissederdim. Şimdi öyle olmadı. Çünkü kucağımda sen vardın. Henüz 17 günlük halinde sol mememi dudaklarınla sıkı sıkıya kavramış yarı uykulu yarı uyanık dünyayı benden daha çok anlar gibiydin. Seni bırakıp başımın çaresine bakamazdım, o karanlıkta seni yanımda götürmek için de hazırlayamazdım.

Evet ben büyük bir korkağım.

Karanlık, yalnızlık, ıssızlık, köpek, ani hareketler, deniz, acı çekmek, kan görmek… Bunlar benim büyük korkularım. Bir arkadaşım ‘’küçük hayvanlar gibisin’’ demişti benim bu hallerimi tarif ederken. Ne kadar da doğruydu. Ben de çoğu zaman kendimi sokakta tek başına kalmış yavru kediler gibi hissediyordum. Neyse, her neyse…

İlk kez belki de büyük bir sakinlikle, üstelik seni mememden koparmadan, oturduğum yerden kalktım, önce evin dışarıya açılan küçük balkon kapısını açtım sonrasında da önce bir çakmak ve mum aradım. Buldum hepsini. Mumun sarı aleviyle yüzün aydınlanırken bana ne kadar büyük bir güç verdiğini görüp kendimden korktum bu kez. O güzel yüzünü görmek için ne kadar uzun beklediğimi, içimde ne kadar uzun kaldığını, ne kadar uzun zamanda doğduğunu hatırladım. O yüzel yüzünü görmek ve her an sana bakma isteği tarif bile edilemez. Kış geceleri lapa lapa yağan karı seyretmek gibi, pırıl pırıl parlayan engin bir denize bakmak gibi, hafiflik veren bir resimde kaybolmak gibi, enstrümanıyla sevişen bir müzisyeni ya da kendinden geçmiş ve neredeyse esrik bir dansçıyı seyretmek gibi. Ama bir yandan da bunların hiçbirisi. Yüzünün her kıvrımını, minik bedeninin her detayını tekrar tekrar hafızama kazıyorum. Gözlerinin tıpkı babana benzeyen şekli, küçük hareketli dudakların, kalkık burnun ve ucu kıvrılan kulakların. Pembe beyaz teninle hepsi ahenk içinde. Kollarımda olduğunda huzur doluyum.

Senden de korktum. Önceleri “ikimizden biri yaşamayacak”tı, korkum. Bu korkum neredeyse gerçek oluyordu. Sen doğum kanalında sıkışıp kalınca apar topar ameliyata alınmamız bu yüzdendi. Sonra iyileşememekten ve seni suçlamaktan korktum. Sen ağladıkça sen ağlıyorsun diye ben ağladıkça sütümün kesilmesinden korktum. Analık aleminde süt kadar değerlisi yok. Hattâ sütün yoksa anne bile değilsin. Her ne yaşıyorsam, yiyorsam, içiyorsam ya da yaşamayıp, yemeyip, içmiyorsam hepsi sütüm kesilmesin diye. Çok korkuyorum. Sütüm siyah dut ucundan, yerçekiminin etkisiyle duruma göre karnıma, bacağıma ya da son zamanlarda hayatımın büyük çoğunluğunu geçirdiğim yaklaşık dört metrekarelik yatağımıza ılıkça damladığında gururlanıyorum. Dolup dolup çağlıyor memelerim. Kahraman memelerim diye avaz avaz bağırasım, bravolarla ellerim patlayıncaya kadar alkışlayasım var. Günden güne uzayan ve genişleyen minik bedenin ise gururumu ikiye katlıyor.

Olur olmaz yerlerde geliyor emme isteğin ya, bir tören gibi önce ellerimin temiz-kirli durumunu kontrol ediyorum sonra eğer ağlamıyorsan yavaşca ve özenli hareketlerle giysimi katlaya katlaya meme hizama kadar getiriyorum. Memelerimin doluluk durumuna göre sağ ya da sol kolumun dirsek içine kafanın köprüsünü yerleştirip, dirsekten el dahil ele kadar olan bölümüyle de bedeninin tamamını destekleyip kendime doğru döndürüyorum. Küçük ağzını kocaman açıp mememi kavradığın an Adiloş Bebe’den başkası gelmiyor aklıma “saldır memeye saldır da büyü’’ diyor içindeki Ahmet Arif… ve eğer tabi ben bu işlemleri yaparken ağlıyorsan ileride terapistine “Beni hep aç bırakırdı.” gibi bir cümle kurma ihtimalini düşünüyorum. Vicdanımda esen yel uzun sürmüyor. Yaşama dört elle sarıldığını görüyorum ve bana rağmen bu noktaya gelmezsin diye düşünüyorum. Ola ki anlatırsan da kötü olmaktan korkmuyorum. Üstelik bu ilişkideki tek meleğin sen olduğunu zaten ikimiz de biliyoruz.

7 Ekim 2009

Kaynak