Eliza Doolittle, Türkiye’de doğan bir bebek olmanın anlam ve öneminden söz ediyor…
TÜİK tarafından açıklanan son nüfus rakamlarına göre, geçtiğimiz yıl 1 milyon bin 281 bebek dünyaya gelmiş bu topraklarda.
Bolluk ve berekete olduğu kadar, karanlık ve yoksunluğa doğanlar var aralarında. Büyük illerin ışıklı hastanelerinde de, uzak köylerin loş evlerinde de dünyaya gelseler, ilk nefesin bünyeye dolan oksijenini ve ailelerinin farklı suretlerdeki umutlarını taşıyorlar; ilk ağlamalarında, meraklı ve bilge bakışlarında, ilk adımlarında…
Şanslılarsa sağlıkla, özenle, sevgiyle büyüyecek, kendilerine bir kimlik edinecekler. Ailelerinden, okullarından, belki çokluk da yarım yamalak birbirlerinden bir dolu şey öğrenecek, kendi aidiyetlerini geliştirecekler.
Anlı şanlı sağlık ve eğitim reformlarıyla süslenmiş, allı güllü güç ve iktidar hayalleriyle bezenmiş bu med-cezirli coğrafyada, daha doğmadan omuzlarına yüklenen, kerameti kendinden menkul “genç dinamik nüfus potansiyeli” sorumluluğunu, hakkıyla yerine getirmek için didinecekler.
Kimi harika eğitimler alıp vatana millete, insanlığa yararlı üst düzey bireyler olarak, kimi sömürüye açık, gencecik, ucuz işgücüne katılarak, kimi el yordamıyla kurduğu hayallerine, bin türlü zorluk içinde yine de sebatla ulaşmaya çalışarak, serpilecekler.
Toplumun belli bir kesimine, yurdun belli bir bölgesine, farklı bir etnik kimliğe, farklı bir inanç sistemine, seçmedikleri bir aileye, belki eksik ya da engelli bir zihne, bedene, seçmedikleri bir cinsiyete doğdukları için bazısı, ömür boyu örselenecekler.
Kimisi örselenmiş ruhlarında belki mağduriyetin gölgesi düşmüş isyanları, belki de nefretin zehrine bulanmış şiddetleri büyütecekler.
Kimisi pembelere, eflatunlara, açık sarılara yazgılı, el bebek gül bebek, pudra şekeri kıvamında büyüyecekler.
Aynı yılın nüfus istatistiklerine kaydolmuş olmak dışında çoğu, bir diğeriyle yeniden bir araya gelemeyecekler. Büyüyüp yenil(en)dikçe, gelişip öğrendikçe, kendilerinin seçmediği her türlü varoluş düzlemini içselleştirecek, “öteki”leri anlamak şöyle dursun, çok büyük bir kısmı, her türlü “öteki”nden kana kana nefret edecekler.
Kimisi nefretleriyle yeni kuşaklar büyütecek, kibirleriyle birbirlerini tüketecekler. Kimisi üremeyi ödev bilirken, aslında hiçbir şey üretmeyecekler.
Hani o, daha doğmadan üstlendikleri, gelişime açık gencecik nüfusun büyük güç olduğu yönündeki, içi doldurulmayan yanılsamalı anlayış vardı ya, sayıca büyümek ile nitelikte gelişmek arasındaki nüansı belki onlar da hiç bilemeyecekler…
***
Minnak yavrular üzerine kurguladığım bu satırlar fena halde karamsar oldu, farkındayım. Ama sen söyle affına sığındığım sevgili okur, her gün gazeteleri okudukça beynime sıçrayan kanı ne yapayım?!
Bereketli topraklarından yemyeşil ormanlar, mor menekşeler, sarı çiğdemler, kırmızı gelincikler fışkırıyor yurdun. Bir de yine aynı topraklardan, boy boy, çeşit çeşit ayrıkotları, nefret bitkileri. Sahibi meçhul, faili kendinden menkul cesetlerin sızlayan kemikleri…
İster istemez ruhuna karamsarlık, sırtına soğuk bir ter, ağzına kekremsi bir tat doluyor insanın. Biz, ayıla bayıla dünyaya getirdiğimiz bu çocuklara, yıllar sonra ne diyeceğiz?
Not: Başlık, Nazım Hikmet Ran şiirinden, Zülfü Livaneli bestesinden alıntı.
Kaynak: t24