Aslında çok şey istemezdik biz de dünyadan… Okula girerken ağlamamak, kışın bile dondurma yiyebilmek, annemizi öpmek ve oyuncaklarımızla oynayıp çizgi film izlemek dışında… İlk kez yedi yaşında tanıştım savaşla. Şimdiki gibi çocukları koruyan aileler yoktu 90’lı yıllarda. Gözümüzün önünde kurban kesilip kanı alnımıza sürüleli birkaç ay olmuştu ki, televizyon da Bağdat’a düşen bombaları gördük. Gaz maskemiz olmadığı için korkardım. Savaş çocuklarının korkmayı vakti olur mu bilmiyorum oysa.
Büyürken çok acıttı dünya. Ayağımızı sıkan küçük gelen bir ayakkabıya dönüştü hayallerimiz. Hayal ettikçe sıktık dişimizi, acıyan ayağımız değildi sadece. Hapsolmuştuk bir kere sınırları belli köşeli hayatlara, o yüzden ne istediysek o hapishaneyi yıkmak içindi… Şimdi sorarsanız o duvarlara çarpıp düşmekten yorulmuş bir bedenin ruhuna işleyen kanatlarına güveniyorum bir tek. Uçabiliriz, “göğe bakıp sevinebiliriz…” Çünkü, her yeni düşüş yeni bir ayaklanmayı öğretiyor insana.
Savaşlar korkutuyor beni hâlâ… Güneş aynı güneş, ay aynı, yıldızlar gökyüzü hep aynı. Ama neden başka doğar gün Kobané’ye? Yıllar sonra tarih kitaplarında yer alacak bir zamanı yaşamanın ağırlığı var üzerimde. Duysun ve bilsin istiyorum bütün çocuklar; bir dili yok dünyanın, bir ırkı, bir kimliği yok toprağın. Ağaçlar hangi milletindir, denizin tapusu, bulutun sınırı, yağmurun kilidi olur mu? İnsanın kötüsü olur. Kötünün savaşı. Bitmeyen hıncı.
Validebağ’a, korumuza bakamıyorum korkumdan. Onlar öldürür, ölmekten değil korkum. Bir çocuğun daha ölümüne şahit olmaktan. Düşünmeden edemiyorum, onlarca kez sırtımı dayadığım, nefes almak için kaçtığım, sırlarımı paylaştığım, anılar biriktirdiğim, çocuklar koşturduğum koruyu, korumuza yapılan hukuksuzluğu. Dünya kimseye kalmazdı hani Süleyman? Bak, nasıl da söküyorlar tek tek hayatlarımızı. Daha kaç gencin katline ferman vereceği belli olmayan katillerin ülkesi değildi buralar, hatırlar mısın? Dut ağaçlarıyla dolu mahalleler, deftere yazdırılan ekmeklerle büyüyen çocuklar, akşam ezanıyla eve dönen yorgun babalar, kolalı yakalarla başı dertte olan anneler vardı bir zamanlar. En çok anılarımızı çaldığı için kızgınım zamana. Yoksa büyümek ne ki, çocukken biriktirip havaya attığımz bir avuç misketin savrularak üstümüze yağmasından başka?
Çocukluk anılarına dair kötüleri saklamayı iyi becerir beyin, geriye kalan güzel günlerdir çoğunlukla. O günlerden kalma sıcacık bir öykü karşıladı beni bugün kitapçıda: “Babam ve Ben”. Orijinal dili Fransızca olan bu kitap; annesinden uzakta babasıyla beraber Paris’te yaşayan küçük bir kızın anılarına değiniyor. Catherine Gerçeklik, bir taraftan hayatındaki değişimi kabul etmeye çalışırken, bir taraftan babasının ne iş yaptığı ile ilgili gizemi çözmeye çalışıyor. Okulun ilk günü baban ne iş yapar çocuğum sorusu Fransa’da sorulmuyor olsa gerek. Catherine, bu sorunun cevabını ararken kafası iyice karışıyor. Bazen biz yetişkinler için küçücük detaylar olan açıklamaların, beden dilinin, ya da hissettiklerimizin çocuklara nasıl yansıdığının çok güzel örneklerinden biri bu hikâye. “Babam ve Ben” dilindeki sürükleyici sadelikle de dikkat çekiyor. Aylardır gözlüklerini takmayı bir şekilde atlayan biri olarak kitabın bu bölümünden çok etkilendiğimi söylemeden edemeyeceğim:
“Madame Dismailova’yla çalıştığım dönemde, hiç gözlük takmamaya çalıştığımı hatırlıyorum. İnsanlar ve nesneler keskinliklerini kaybediyordu; sesler bile gittikçe daha boğuk bir hal alıyordu sanki. Gözlüksüz gördüğüm dünyanın girinti ve çıkıntıları yoktu; yanağımı dayadığım ve sonunda üzerinde uyuyakaldığım büyük bir yastık kadar yumuşaktı. Neyin hayalini kuruyorsun Catherine? Diye sorardı babam. Gözlüklerini takmalısın. Sözünü dinlerdim, böylece her şey alışılmış ciddiyetine yeniden kavuşurdu. Gözlüklerimle dünyayı olduğu gibi görürdüm. Hayal kurmak güçleşirdi…”
İçinden çocukluğa dair sevinç ve hüznü harmanlayarak geçiren ve bunu oldukça naif bir dille anlatan bu güzel hikâye, 91 sayfadan oluşuyor ama anı anlatımlarıyla ilerlediği için su gibi okuyan çocukların sayfa sayısına takılmadan severek okuyacaklarını umuyorum. Az, öz, sade karakterle yere sağlam basan bir hikaye oluşturan Patrick Modiano’ya 2014 yılının Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandıran “Babam ve Ben” bize fısıldıyor; çıkarın o gözlükleri, dünya güzel bir yer aslında!
“Hep aynı kaldığımızı düşünsek de geçmişimiz sanki sonsuzluğa uzanıyor. Catherine Gerçeklik adındaki küçük bir kız, Paris’in 10. Bölgesindeki sokaklarda babasıyla dolaşmaya her zaman devam ediyor, biliyorum…”