Efendim yaz bitti! Nihayet bikinili annelerin arz-ı endam eylediği “eski formuna kavuştu” haberlerinden kurtulabileceğiz. Ve de bu haberlere eşlik eden “doğumda aldığı kilolarını verememiş görünüyor”, “eski formuna dönemediği gözlendi” gibi haberlerden. Bir tür “başaranlar” ve “başaramayanlar” endeksi. Yapabilen annelerin olması, eski haline dönmenin mümkün olduğunu gösteriyor, yapamayanların başarısızlık örneği olarak sunulması da yapabilmenin mümkün olduğunun altını bir kez daha çiziyor. Hakikaten hayat şu yeni Orkid reklamı gibi. Hani incecik kızlar sokakta kaldırıma dizilmiş sandalyelere oturan erkeklerin alıcı bakışları altında kırıta kırıta sanki podyumda gibi yürüyorlar ya. İşte öyle.
Yaz bitti, bikinili resimler azalmaya başladı ama hiç kuşkusuz eski formuna kavuşanların haberlerini başka mecralardan almaya devam edeceğiz. Alışveriş merkezleri, Nişantaşı sokakları hayatı bir podyuma çeviren başka mekânlar. Buralarda arz-ı endam etmek için nasıl kilo vereceğimiz, kilonun zararları, diyet listeleri, diyetisyen görüşleri, diyet hapları, diyet yüzünden ölenler, diyet sayesinde yaşayanlar haberleri muhakkak olacak hergün gazetelerde. Gazetede okumasanız bile maşallah Türkiye halklarının (eminim başka halkların da) gözleri birer terazi misali çalışıyor, öyle ki, benim terazimden daha hassas. Zaman zaman kilo aldığımı ya da verdiğimi terazimden önce çevremdekiler fark ediyor. Bir zamandır (uzun ya da kısa fark etmez) sizi görmeyen birinin söylediği ilk sözcükler ya “kilo almışsın” ya da “kilo vermişsin” oluyor. Korkunç bir baskı… İlkinde sinirleniyor, ikincisinde çocuklar gibi seviniyoruz, tabii belli etmeden.
Kadınların beden standartlarına uyma mücadelesi kuşkusuz sadece annelere özgü değil. Fakat anne bedeninin denetiminin bütün bu bedensel denetimin içinde özgül bir yeri var. Bir kere hamilelik ve emzirme bedeninizin biyolojik olarak olağanüstü bir dönüşüme uğradığı bir dönem. Karnınızda bir bebek olduğu ve onu büyüttüğünüz için kilo alıyorsunuz, cildiniz lekeniyor, büyüyen karınızla birlikte çatlaklarınız oluyor, emzirirken göğüsleriniz sarkıyor. Liste daha da uzayabilir, ama hamileliğin ve çocuk doğurmanın her adımı aslında sizi kadın bedenine dair var olan standartlardan uzaklaştıran dönüşümler. Ama tam da bedeniniz bu tarz bir dönüşüme uğrarken, kadın bedenine yönelik standartlaştırmanın en acımasız olduğu bir döneme giriyor ve hem anne olup hem de bedeninizi nasıl formda tutmanız gerektiğine dair bir söylemle kuşatılıyorsunuz. Bütün hedef anne iken anne değilmiş gibi gözükmek. Günümüzde kadın bedenine dair standartların nihai başarı formu bu. Çünkü bu aslında güzellik endüstrisinin biyolojiyi nasıl alt edebildiğinin de nihai kanıtı!!
Bedenle ilgili obsesif tutum modern kültürün en temel normu haline gelmiş durumda. Mutlak zayıflık üzerine kurulu ideal beden biçimi aslında bu toplumsal formasyonda bir kadının sahip olması en zor olanı. Tam da bu nedenle ideali temsil ediyor. Etrafımız kilo aldıran endüstriyel yiyeceklerle dolu, bütün insanlık tarihinin en hareketsiz dönemini yaşıyoruz, doğayla ilişkimiz neredeyse kopmuş durumda. Mutsuzuz ve mutluluğun çikolata yiyerek elde edilebileceğini söyleyen reklamlar seyrediyoruz her gece. Yiyecek ve içecek endüstrisi her tür sağlıksız gıda, inanılmaz bir ürün çeşitliliği ve yemek ile arzu arasında kurulan doğrudan bir ilişki ile bir pompa gibi bedenlerimizi şişiriyor.
Sonra devreye kozmetik endüstrisi giriyor. Arabadan inmeyen bedenlerimizi pıtrak gibi biten spor salonlarında harekete geçiriyoruz. “Herşey dahil” tatillerde şişen midelerimizi diyetisyenlerle indiriyoruz. Bacaklarımızda, karnımızda bitiveren yağlarımızı estetikçiler iğnelerle çekiveriyorlar- ağrısız, acısız, yatmasız… Önce doldurmak, sonra boşaltmak üzerinden işleyen bir sektör bu. Bedenlerimiz üzerinden işleyen bu “doldur boşalt sistemi” bedenimizi tarihte hiç olmadığı bir biçimde hem bir üretim mekânı ve hem de bir ürün haline getirmiş durumda.
Kuşkusuz güzellik sadece bu toplumsal döneme özgü bir şey değil. Farklı kültürlerin ve farklı tarihsel dönemlerin kadınlar için farklı güzellik standartları var. Çinlilerin kadınların ayaklarının küçük kalması için kız çocuklarına giydirdikleri demir ayakkabılar, Afrikalı kadınların sarkık dukalara sahip olmak için taktıkları ağırlıklar ya da 19.yy’da kadınların bütün iç organlarına hasar vermek pahasına giydikleri korseler bize bugünden, bu kültürden bakınca irrasyonel gözüküyor. Oysa dönüp kendi “medeniyetimize” baktığımızda ne görüyoruz? Gayet güzel nefes alan burnumuzu ucu kalkık olsun diye yaptırdığımızı, herhangi bir sağlık sorunu oluşturmayan annelik göbeğimizi saatler sürecek büyük bir operasyonla yok ettiğimizi, bacaklarımızdaki yağları iğnelerle aldırdığımızı, kilo vereceğiz diye kendimizi aç bırakıp, bedenimiz acılar içinde kıvranana kadar spor yaptığımızı. Biraz dışarıya mesafe alıp kendi kültürümüze baktığımızda akıl almaz bir durum görmüyor muyuz?
Bir dirhem yağ bin ayıp örterdi hani?
Sadece 19.yüzyılda bile ideal beden formu bundan çok farklıydı. Bugün selülit dediğimiz şey o günün kadınlık işaretiydi. Yağlar enerji ve sağlığın sembolüydü. Zayıflık yoksulluk alametiydi. Çok basit bir nedenden: Yiyecek azdı, endüstriyel çeşitlilik yoktu ve insanlar -özellikle yoksullar- kol emeğiyle çalışıyordu. Bu durum onları zayıf ve güçsüz bırakıyordu. Hafifçe kilolu olmak üst sınıflar için iyi beslenebilmenin ve kol emeği kullanmak zorunda olmamanın bir göstergesiydi.
Ama 20. yüzyılın endüstriyel üretimi bu durumu değiştirdi. Çikolatalar, bisküviler köşedeki bakkalda sadece elli kuruşa, her sınıfın ulaşabileceği uzaklıktaydı. Amy Farrell “Fat Shame: Stigma and the Fat Body in American Culture” isimli kitabında zayıflık idealinin üst sınıflarda tüketimin genişlemesi yüzünden oluşan kültürel endişeye bağlı olduğunu yazar. Bu sınıfsal endişe son 30 yılda ise Susie Orbach’ın deyişiyle “demokratikleşti”. Yani tıpkı demokrasilerde oy hakkının bütün topluma yayılması gibi, güzellik standartları da son otuz yılda bütün topluma ayrımsız bir biçimde yayıldı. Herkes kilo vermek istiyor. Herkes aynı görünmek.
Ama durun! Endişe ortak fakat bu endişenin giderilmesinde çok ciddi bir sınıfsal eşitsizlik var (tıpkı demokrasinin de olduğu gibi). “Güzel görünmek” ya da “standartlara uygun olmak” giderek artan bir maddi yatırım gerektiriyor. Maddi yatırımın bir boyutu harcanan emek ile ilgili. Yani “evde çocukların peşinde koş, işte patronun, sonra da spor salonunda kalça erit”, her kadına nasip olabilecek bir durum değil. Biraz boş zamanınızın olması lazım… Yok hayır, hakikaten başkalarının emeklerini satın alarak boşalttığınız bir zamanınızın olması lazım. Sonra efendim, burnundaki hataları düzelt ve karnındaki yağları erit durumu için her ne kadar bankalar artık özel kredi çıkarmaya başlamış olsalar da ciddi bir para lazım. Estetik ameliyatları geçtim saçını üç haftada bir boyat, eller ve ayaklar manikür-pediküre, kıl-tüyüne yaptırdığın epilasyonunun en ucuz yerdeki maliyeti bile asgari ücreti geçer. Sonra cilt kremleri ve makyaj malzemeleri de var hesaba dâhil edilmesi gereken. Herkes bu piyasanın ucundan kıyısından tutuyor ama herkes aynı biçimde tutamıyor elbette. Çok ciddi bir emek ve para harcayarak ürettiğiniz beden, sınıfınızı bilene de bilmeyene de ilk bakışta anlatıyor. İşte bir üretim mekânı ve bir ürün olarak beden!
Elbette bu mekâna ait büyük bir de piyasa var. Bu piyasanın tek derdi size kendinizi standart dışı hissettirmek ve böylelikle sattığı ürünlerden almanızı sağlamak olan bir endüstri; güzellik endüstrisi. Bu endüstrinin sattığı ürünlerden bedeninizle barışık bir ilişkiniz varsa, yararlanmazsınız değil mi? Öyleyse o da kâr etmek için bedeninizle ilişkinizi bozar. Ulaşılması zor idealler yaratıp, o ideale ancak “şu, bu ürünü satın alırsanız” ulaşabileceğinizi söyler. Ve bu öyle bir ideal ki sonu yok. Hayatınızı sadece bedeninizi mükemmelleştirmekle geçirip, sonunda o idealden hâlâ uzak olduğunuzu fark edebilirsiniz. Ya da o ideale ulaştığınızda hayatınızda bedeninizin dışında hiçbir şeyin değişmediğini. Zaten pek çok kadın da bunu fark ediyor. Caitlin Moran “How to be a Woman” kitabında “kilo verip, kalçalarımı eritip, cildimi düzeltip, saçımı uzattığımda her şeyin yoluna gireceğini sanıyordum, oysa hayatımdaki hiçbir şey değişmiyordu” diyor.
Hepimiz “ya değişirse”nin peşinden gidiyoruz galiba. Oysa mesele podyumu ve podyumda olma duygusunu değiştirmekte. Kendimizi kendimizinki de dahil, izleyen gözlerden kurtarmakta.