Güvende hissetmiyorum.

Bak, “mutsuzum”, “huzursuzum” falan demiyorum.

Öyleyim ayrı; ama söylediğim şey başka:

“Güvende hissetmiyorum.”

Kenar mahallede büyüdüm ben. Bursa’da, Sanayi Çarşısı’nda. Duaçınarı’nın az üstü. Bursa Erkek Lisesi’nde okudum. Öyle “concept” doğum günü partileri falan yoktu yani. “Erkek Lisesi” işte.

Kavga çıkması an meselesiydi ama bugünkü gibi, böylesi güvensiz hissettiğim hiç olmadı. Çünkü her zaman bazı kurallar vardı. Yanında sevgilin varsa, has düşmanın da olsa bulaşmazdı sana mesela. Sokakta, okulda, okul çıkışında kavga olurdu; ama üç beş kişi bir kişiye girişmezdi. Güçlü, güçsüzü elbette döverdi -okulun bahçesinde kafa yemişliğim vardır misal- ama bacak arasına kimse tekme atmazdı. Bir de biri yere düşünce, onu dövmeyi bırakırdı güçlü olan. Yazılmamış ama uygulanan kurallardı bunlar. Garip bir şekilde güvende hissederdin.

Öyle hissettim ben hep. Üstelik Duaçınarı’nın “muhallebi çocuklarından” biriydim. Hani sabah annesinin kaşkolunu sarıp, kapüşonunu kafasına geçirdiği; önlüğünün yakalarını kolalayıp, üst cebine üçgen mendil koyduğu çocuklardan… Yine de güvende hissettim; çünkü sokağın kuralları vardı. Sokak namusluydu. Babam da “babalar liginde” muhallebi çocukları arasındaydı. Solcu babam -solcu dediysem, Ecevitçi- servisten inip de eve yürürken elinde gazetesini cesurca taşır, mahallenin ülkücü gençleri de ona bulaşmazdı. Ya ülkücü dayımın hatırına ya da babamın mahallenin insanı oluşu hatırına bilmiyorum… Ama izin verirlerdi onun bu havayı atmasına. “İzin verirlermiş” diyeyim, daha doğru. Zira, ülkücü dayım anlatmıştı bu hikayeyi yıllar sonra. Ezcümle, babam da güvende hissediyordu belli ki. Hem de 80’lere başlamadan önce. Kendime döneyim… Kumla’da Hakan, ben, Fatih banka oturup, Mete, Emre, Kerim’e bulaşabilirdik… Oysa üçümüz de muhallebi çocuğuyduk ve muhtemelen bir kavgada sıkı dayak yerdik ama güvende hissediyorduk; zira kavga dediğin öyle kolay çıkmazdı o zamanlar….

Dün, bir arkadaşım –ki namuslu, cesur, iyi yürekli, sosyalist bir adamdır- metroda gelirken huzursuz olduğundan bahsetti. İnsanların yüzüne bakıp, niyet okumaya çalışırken yakalamış kendini. “Patlar mı acaba lan bu vagon” diye geçirmiş aklından… Güldük ve üzerine konuşmadık. Ama ülkücü mahallede yaşayan solcu babamın -solcu dediysem, Ecevitçi- hissettiği güveni hissedemediğimiz aşikardı. Üzerine konuşmaya cesaret edemediğimiz için güldük belki de. Çünkü o bombayı patlatma ihtimali olanla, aynı şairi seviyor olma ihtimalimiz hayli fazlaydı. Babam ülkücüden korkmazken, dostum aynı şaire sevdalanmış birinin onu patlatmasından korkuyordu…

Birkaç gece önce bizim mahalle meyhanesinde rakımı içerken, birkaç kadeh rakının da verdiği cesaretle, destursuz bir muhabbete katıldım. “En çok polisten korkuyorum ben” dediğimde, yan masadaki abi bir tepki verir gibi oldu. Gecenin sonunda aynı yerdeydik. Hak verdi bana. Hak vermek bir yana, güvende hissetmiyordu o da. Geçenlerde 20’li yaşlarda bir çevik kuvvet polisinin ona neler yaptığını anlattı sohbet koyulaştıktan sonra. Kimliği yanında değil diye, amiyane tabirle itin kıçına sokup -üstelik çıkarmamış- orada bırakmış 20’lik polis, bizim milliyetçi abiyi. İşin kötüsü, “Ama ben sizdenim” ruh hali yüzünden aynı halde benim hissedeceğimden daha da kötü hissetmiş bizim abi… Başta bana tepki verdi ama sonrasında – birkaç kadeh rakının da verdiği rahatlamayla- baktım ki benden daha güvensiz hissetmekte. Babam ülkücüden korkmazken, yan masadaki milliyetçi abi “kahraman” polisinden korkmuş, çocukları gelmiş aklına.

Güvende hissetmiyorum ben yahu!

Hiçbirimiz güvende hissetmiyoruz ve kabul edin ya da etmeyin, olağanüstü mutsuzuz.

Hiç kimsenin, hiçbir hareketin tereddütsüz ardında duramıyorum. Bir bakıyorum yanında sevgilisi varken adama sataşmış biri, öbürüne bakıyorum yere düşene tekme atmaya devam ediyor. Biri kulak kesiyor, öbürü uykudakinin kafasına silah dayıyor. Her yer vıcık vıcık slogan. İnsanlar ölüyor, analar ağlıyor. Kimsenin umurunda değil.

Twitter’da “hashtag”ler arasında bir tur atıyorsun; doğan güneşten, penceredeki kumrudan, çocuğunun gözündeki ışıktan utanıyorsun. Çocukluğum beraber geçmiş bir adam, yerde parçalanmış insanların olduğu fotoğraf üzerine öyle bir laf ediyor ki ergen günlerde apartmanın köşesinde kaçak içtiğimiz sigaralar yalana düşüyor. Öbürü, aptalca bir eylemi haklı kılmak adına öyle taklalar atıyor ki bir doğum coşkusuyla birlikte solculuğu keşfettiğin gecelerin çığlıkları anlamını kaybediyor…

Bilen bilir… Devletçi, milliyetçi değilimdir. Bayrak dediğin, doğduğun yerin koordinatına göre anlam kazanır. Meriç Nehri’nin bu tarafında değil de o tarafında doğsan bayrak da değişir, kahramanlık hikayeleri de. Büyük ailem Batum’dan göç etmese Gürcistan vatandaşı olup, bu sefer o bayrağın kırmızı ve beyazının hikayesiyle büyüyecektim belki de… (Hoş, ata yurdu itibariyle Batum’a bir yakınlığım, oradan çıkmış Stalin üzerinden bir mahcubiyetim de yok değildir hayata ve özelinde Laz Murat’a karşı, o ayrı.) Uzun lafın kısası, şükür ki milliyetçilikle değil, insan olmakla tanımlarım kendimi…

Diyeceğim o ki şu son dönemdeki “vatan, millet, Sakarya” nidaları, büyüdüğüm mahalledeki arkadaşlarımı gaza getirmiş olsa da ben aynı yerde değilim.

Bu yeniden başlayan savaşın kurgu olduğuna, yine tuzağa düştüğümüze, her taraftaki inanmış insanların hassasiyetleri üzerine kurulmuş pis bir oyunun bir kez daha figüranları olduğumuza eminim. Fark şu ki “Güvende hissetmiyorum” derken bu kez tümüyle isyandayım. Selahattin Demirtaş’ın gözlerinde bu isyanı, bu çaresizliği görüyorum an an. Hani şu koordinatlar var ya, hah onlar sayesinde ben kimlik kontrollerinde “Sen geç” kontenjanındayım ve bundan utanıyorum ya, sanki Selo Başgan da öbür tarafta böyle bir iltimasa sahip ama olanlardan o da olağanüstü rahatsız. Hani biri dese ki “sağ kolunu uzat, savaş duracak”, uzatacak sanki. Sankisi fazla. Uzatır.

Ne diye bir şans veremediniz be? Bir dursaydınız be! Bir kere, üç beş ay olsun silahlarınızı, bombalarınızı çıkartmasaydınız ortaya. Bir şans verseydiniz, olmaz mıydı?

Güvende hissetmiyorum. Umutlu da değilim.

HDP’ye oy verdim diye çocukluk arkadaşımdan aforoz yiyorum… Diğer yandan “N’apıyorsunuz siz lan” dedim diye, seçim öncesi beraber çalıştığım adamdan da…

Öldürmeyin. Öldürmeden halledin. F16’larla ya da vücudunuza bomba sararak… Cemse cemse ya da tek tek. Öldürmeyin. Kendinizi. Bizi. Çocuklarımızı. Çocuklarınızı.

De ki savaş var, öldürmeye mecbur kaldın -ki kalmayın- ama kaldın diyelim; ölenin arkasından sevinmeyin, övünmeyin.

Bakın lan. Hepinizin elinin altında internet var. Google’a “empati” yazın… Bakın. Bir zahmet bir saat boyunca okuyun karşınıza çıkanları ve anlamaya çalışın. Çok mu zor?

Önce empati nedir öğrenin, sonra empati yapın hayatınızda ilk kez ve öldürmeyin bir kere. Öldürdüyseniz de öldürdüğünüzün yasını tutun. Tutmuyorsanız, yas tutana saygı duyun. Ölüm lan bu. Ölüm.

Güvende hissetmiyorum. Yalnız hissediyorum. Umutlu da değilim.

Arkasında duracağım, vicdanımdan başka bir şey yok.

Sadece oğlumun adı var aklımda. Güzel gözleri ve adı… Annesiyle birlikte, bir dua gibi, bir dua niyetine koyduğumuz, oğlumun adı:

Barış!