Bana mı öyle geliyor, yoksa yaz gerçekten en hızlı geçip giden mevsim mi?
Bayram da bitti, okullu çocuklar için yaz tatilinin son bir ayına giriyoruz. Benim rutin sever, program takıntılı, değişen şartlara zor alışan, o şartlardan daha da zor vazgeçen tatil canavarı Asperger kafalı böcüğüme bu hafta yavaş yavaş “tatil bitecek okul açılacak” tekerlemesine başladım.
Nazım Özgün, kaygıyla karışık sordu: “Sence arkadaşlarım beni iyi hatırlayacak mı?” Fil hafızasında sakladığı arkadaşlarıyla yaşadığı kötü anılar, maalesef her zaman iyilerden daha fazla.
Yazın nispeten kendi seçtiğimiz küçük sosyal dünyamızda yaşadığımız için, hayatımızın en büyük ejderhasıyla çok cebelleşmemiz gerekmiyor; tabii kazara sokakta tanımadığımız birileriyle sorun yaşamadıysak? Neden bahsediyorum? Günlük hayatımızın her anında, birden fazla anlamda karşımızı dikilen koca canavarımızdan: Ayrımcılık!
Otizm yolculuğumuzda yokluk ve yoksunluk arasında geçip giden yıllar boyunca belki de başka hiçbir olgu beni kişisel olarak bu kadar zorlamadı, bunca derinden kırmadı. Öyle sosyolojik çözümlemelere girişecek bilgim olduğunu sanmıyorum. Ayrımcılık kavramının bu ülkede maalesef bin türlü hali var, kendi tecrübelerimizi aktaracak kadar “engelli ayrımcılığı”konusunda birikimimiz var bizim, farklı gelişim gösteren otizmli oğlum ve ben.
Bazı anılar vardır, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, asla unutmazsınız, belki hafızanızda geriye itersiniz; ama benzeri bir durumla karşılaştığınızda fil hafızanız yorar sizi, sanki her hikayeyi bir daha yaşarmış gibi hissedersiniz. Ya omuz silker geçip gidersiniz ya cevap vermeye çalışırsınız ya da gözleriniz dolu dolu öylece kalakalırsınız. Otizmle yolculuğumuz boyunca her üç durumda da kendimle yüzleştiğim çok oldu.
Okullar başta olmak üzere, girdiği her sosyal ortamda hep “istenmeyen çocuk” oldu Nazım Özgün. Neden? Çünkü o, farklı gelişim gösteren bir çocuk, o bir otizmli, Asperger’li. Toplum olarak her ne hikmetse tek tip çocuk seviyoruz, çizgi dışı çocuklara neredeyse hiç kimsenin tahammülü yok!
Diyelim ki bir restorandayız. “beklemek” kavramını oldukça geç ve zor öğrenen Böcük, yemeği siparişten kısa bir süre sonra hala masaya gelmemişse, etrafındaki herkesin dikkatini çekecek derecede huzursuzluk çıkarıp yüksek sesle şikayete girişebilir. Yıllar içinde sabrının sınırını aştığı çok olmuştur ve bu anlarda, ona “sus” demek de kar etmez! Zaten burnumuzdan gelmiş olan yemeğe servis elemanından veya yan masadan laf yiyene kadar devam etmeye çalışırız:
“Aaa ne terbiyesiz, şımarık çocuk!”
“Hanımefendi, bir zahmet çocuğunuzu susturun. Aptal mı, anlamıyor mu, yemeği pişiyor daha!”
Hayır, aptal filan değil; sadece otizmli! Bu gerçeği dile getirsem bile bir şey değişmeyeceğini bildiğim için, bazen susmayı tercih ederim veya o gün çok formdaysam uzun açıklamalar ile karşımdaki kişiyi soluksuz bırakabilirim, ama bu yaşadığımız dışlanmayı yok etmez ki? Sonuçta, ya biz kendimiz zor bela toparlanıp restorandan kaçar gibi çıkarız ya da zaten müdür bey kılığında biri tepemize dikilip “gitseniz iyi olacak” demiştir bile! Bir ara “gidilmesi sakıncalı cafeler ve restoranlar listesi” bile yapmıştım.
Bu tabloya:
– otobüsteki insanlar ter koktuğu için sürekli yüksek sesle “ama neden yıkanmamışlar ki?” diye tekrarlayan ‘bastıbacak terbiyesiz’ bir çocuğu,
– markette kasada sıra beklemeyi reddettiği için kasiyeri yavaş çalışmakla suçlayan ‘çok bilmiş’ çocuğu,
– hastanede kendisine dokunulmasına izin vermediği için kan alma ünitesini dağıtan ‘çok yaramaz’ çocuğu da ekleyince…
Şahane bir hayat akışımız olduğu pek de söylenemez. Bu arada dipnot, tırnak içindeki tanımlamalar bana ait değil, genelde etraftan oğlum için duyduğumuz pek güzel betimlemeler onlar, tabii ki en hafif halleriyle!
Yine de yukarıda anlattıklarımın hiçbiri, okul yaşı geldiği andan itibaren başımıza gelenler ile boy ölçüşemez. Kovulduğu dört anaokulunun birinin sözde pedagog(!) olan sahibesi bana “siz sakın çocuğunuzun bir gün normal çocuklarla bir arada okuyabileceğini hayal etmeyin, asla böyle bir şey olamaz!” demişti, o kadar emindi kendinden!
İlkokula başlama sürecinde ise kapıdan ters yüzü döndüğümüz sekiz ayrı okulun, yıllar sonra da ortaokula geçiş sırasında 11 ayrı okulun müdür ve öğretmenlerinin kaynaştırma raporuna rağmen sarf ettikleri cümleler neredeyse sabit bir bant kaydı kadar aynıydı. Belki Nazım Özgün kendini geliştirip okul düzenine uyum sağlamış, başarılı bir öğrenci oldu ama gelin görün ki özellikle özel okullar ve “diğer veliler” için aynı ilerlemeden bahsetmek mümkün değil maalesef! Okul yönetimleri, öğretmenler ve doğal gelişim gösteren çocukların velileri bilmedikleri, anlamadıkları, hatta yok varsaydıkları otizm dünyasından ürküyorlar.
Özel okul veya devlet okulu çok da fark etmiyor. Otizmli çocuklarımızı okula kabul etmemek için öne sürülen bazı gerekçeler hem anayasal vatandaşlık hakkı olan eğitim hakkı ile hem de insan hakları ile doğrudan çelişiyor. Üstelik bu lafları çoğu kez çocuğu hiç görüp değerlendirmeden, telefonda randevu almaya çalışırken söylüyorlar.
Sadece bize değil; birçok vakada dile getirilen ve kanunu ihlal eden bu ‘eğlencesiz’ gerekçelerden bazıları:
• “Biz başarı odaklı bir okuluz, sadece normal öğrencileri kabul ediyoruz!” Çok eminler sadece normal- o da nasıl bir şeyse- çocukların başarılı olacağından…
• “Biz öööyle çocukları almıyoruz, engelli çocuklar için başka okullar var, biz alamayız.” Bu ‘öööyle çocuk’ tanımlaması her ne ise, hiç anlayamadım ben!
• “Diğer öğrencilerimizin velileri aynı sınıfta otizmli istemez.” Tabii, bütün okulları sırf para ödedikleri için veliler yönetiyor zaten!
• “Sınıf öğretmeni sınıfın düzenini sağlayamaz, zaten otizmli çocuk sınıfta durmaz ki?” Aynı anda hem sınıf düzenini sağlayabilen, her çocuğa öğretebilen gerçek eğitimci öğretmenlere hem de zaman içinde gayet güzel ders dinlemeyi öğrenmeyi başarmış oğluma büyük hakaret!
• “Sınıflarımız zaten çok kalabalık, bir de sizin engelli çocuğunuza bakamayız!” İyi de ben bakım evi değil; okul arıyorum çocuğuma?
• “Biz kaynaştırma uygulamıyoruz.” Öyle mi, o zaman Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir okul olmayıverin siz! Elimdeki kaynaştırma genelgesine bakıp gevrek gevrek gülen müdürlerden birinin “yasada yazması yetmez, velilerimizi ikna edemeyiz!” demişliği bile var!
Ayrımcılığı körükleyen en büyük nedenlerden biri “diğer” velilerin kendi çocukları ile aynı sınıfta engelli, farklı gelişim gösteren, bizim durduğumuz noktada “o otistik çocuk”u kesinlikle istemiyor olmaları… Bucak bucak kaçtıkları gibi punduna getirip bir de canımızı yakıyorlar!
İlkokul birinci sınıfta “bulaşır mı bu?” diyerek çocuğunu oğlumdan uzaklaştıran kör cahil anneyi mi anlatayım, yoksa kendi çocuğu oğlumu merdivenlerden attıktan sonra savunma olarak “eh canım seninki otistik ya yapmıştır hak edecek bir şey!” diye söylenen anneyi mi? Veya dilerseniz #Nazıma1OkulGerek kampanyası sırasında bana ve Özge Uzun Üst’e Twitter’dan ulu orta “hem düzgün çocuk doğuramamışsınız hem de bizimkilerle aynı sınıfta okusun diye ısrar ediyorsunuz?” diye yazan insanlıktan nasibini almamış anneyi de anlatabilirim.
Tabii ki böyle ebeveynler tarafından yetiştirilen çocuklar da oğluma pek iyi davranmadı, çocuklar sünger gibi, ne görürlerse onu uyguluyorlar. Yıllar boyunca kaybolan, yırtılan eşyalar, yok edilen montlar, dayak yemiş bir surat veya bütün gün dalga geçildiği için örselenmiş bir küçük ruh ile uğraşmak durumunda kaldım. Nazım Özgün’ü kendisini savunacak, ona “sen niye böyle tuhafsın?” diyen sınıf arkadaşına “ben tuhaf değilim ama sen tuhaf düşünüyorsun!” diyebilecek noktaya getirmem de hiç kolay olmadı.
Ayrımcılık ve sürekli dışlanma hali, maalesef toplum tarafından yaşamın her anında bizlere dayatılan en büyük “engel”. Bir otizmli annesi olduğum için diğer annelerin kötü bakışlarına maruz kaldığım, bir merhaba’nın bile esirgendiği, bahçede parmakla “işte o otistiğin annesi” diye gösterildiğim günleri ise anımsamak bile istemiyorum.
Üstelik çok iyi biliyorum ki, biz, otizm yelpazesi içinde çok şanslı ve azınlık ötesi bir gruba dahiliz. Otizmin nispeten gülen yüzü olarak adlandırılan Aspergerli oğlumu ve benzerlerini bir yana bırakırsak, bu ülkede yüz binlerce ağır otizmli çocuk, bırakın kaynaştırma ile okula gidebilmeyi, son derece yetersiz Otizmli Çocuklar Eğitim Merkezleri’nde eğitim alabilmek için yıllarca sıra bekliyor, o sırada eğitim yaşları geçiyor, çocuklar evlerde hapis, aileler çoğunlukla çaresiz.
Mesleki eğitim veren iş okullarımızın sayısı koca ülkede sadece sekiz, bu durumda en fazla 15 yaşından sonra evine kapatılmış, toplumdan dışlanmış, yanında annesi olmadan hayatın kıyısında bile duramayan o kadar çok otizmli çocuğumuz var ki! Ailesi yaşlanan, hatta vefat eden otizmli bireyin nerede, hangi şartlarda hayatına devam edeceği ise koca bir soru işareti!
Otizm topluluğu içinden sadece biri olarak rica ediyorum, gündelik hayatın içinde karşılaştığınız ağlayan bir çocuğu yargılayıp, annesine laf etmeden önce bir an nedenlerini düşünün. Çocuğunuzun sınıfında otizmli bir çocuğun da olmasının farklılıkları yaşayarak öğrenecek kendi çocuğunuza da faydası olacağını lütfen unutmayın.
Şimdi bu yazıdaki tüm “otizmli” kelimelerini çıkarıp, yerlerine “farklı gelişim gösteren down sendromlu, selebral palsili, bedensel engelli vb.” kelimelerini koyun, göreceksiniz, ayrımcılıkla ilgili hiçbir şey değişmeyecek!
Bırakın, tüm çocuklarımız bir arada birbirlerine destek olarak, yaşamı paylaşarak büyüsün! Hem nereden biliyorsunuz bir sonraki farklı gelişim gösteren çocuğun sizin çocuğunuz, komşunuzun oğlu, yeğeniniz veya en yakın arkadaşınızın çocuğu olmayacağını? Garantisi yok, riski çok büyük!
Eğer siz de “yaşamı paylaşmak, sorunları da paylaşmaktır” diyorsanız, işte gönüllü olarak katılabileceğiniz bir proje: Eğitim sürecinde uygulamada yaşanan sorunları ve kaynaştırma sistemini doğru uygulayan okullarımızı tespit etmek için, hassasiyetle konuyla ilgilenen anne-baba, eğitimci, öğretmen, özel eğitimci vb. farklı gruplardan dostlarla, gönüllü bir çalışma grubu kurduk.
#EngelsizOkul Çalışma Grubu‘muza katılmak için iremafsin@gmail.com’a bir mail atmanız yeterli.
Bugün benim için bir iyilik yapar mısınız lütfen?
Sokağa çıkın, büyük olasılıkla kalabalıklar arasında hemen fark edeceğiniz özel gereksinimli bir çocuğa ve annesine, sadece sıcacık gülümseyin! Bazen bir dostça bakış, onlarca kelimeden daha anlamlı olabilir…
Bu yazı, 26 Nisan 2013’de M. İrem Afşin’in köşesinde yayınlanan yazıdan uyarlanmıştır.