Son yıllarda batıl inanç mertebesine varmış olan ama oldukça bilimsel şekilde enerji akımları vs. ile açıklanan bir inanç etrafımızda konuşulup duruyor.

“Öyle olumsuz düşünme başına gelir.” ve “Negatif enerji yollama evrene!” diyorlar. Olumsuz düşünürsen olumsuz sonuçları olur diye anlıyorum ben bunu. Bu nasıl oluyor diye çok düşündüm. Belki gerçekten fizik teorileri ile açıklanacak boyutu vardır bu işin ama ben “psikolojik düzeyde ne oluyordur” kısmını anlamaya çalıştım.

Evrene negatif enerji yollayan insanlar nasıldır?

Genellikle olaylara olumsuz tarafından bakan, daha çok şikayet eden, sorunları kendi içinde çözmekten ziyade büyüten ve çözümsüzleştiren tipte insanlar olabilir bu kişiler. Problemlerin kaynağını ve de çözümünü kendi içinde aramaktan çok dış dünyada ararlar ve dolayısıyla böyle şiddetli bir enerji  alışverişi olur dünya ile aralarında.

Çözümü kendinde aramazsak, problemlerin oluşumunda kendi etkilerini görmezsek, tabii sürekli dışarıya bir enerji veriyor ya da psikolojik deyimlerle açıklarsak “yansıtma” yapıyoruzdur.

Yoksa sorunları kendi içinde çözmeye çalışan, kendisi ile ilgili kişisel bir gelişimi de hedefleyen, dış dünyayı suçlamak ve çözümü de dünyadan beklemek yerine kendi içinde anlamlar arayan insanların dünyaya yayacakları fazla bir enerji olmaz. En azından negatif enerji olmaz.

Problemlerin kaynağını ve çözümünü dış dünyada arayan insanların genelde yaptıkları nedir?

Bu kişiler fazla hassas, kolayca kırılan, dünyayı düşmanca algılayan, insanlara karşı güvensiz, haksızlıklara karşı sürekli savunma halinde ve hep suçu başkalarında arayan insanlardır. Eleştiri ve suçlamayı kesinlikle kaldıramazlar, kendileri ile meşguldürler ve hep etrafta bir suçlu ararlar. Kendilik algıları, tümgüçlü bir mükemmellik ile kendinden emin olmayan, hatta yetersizlik duyguları ile boğuşan iki uç arasında gidip gelmektedir.

Bu kişilerin, paranoid-şizoid pozisyonda oldukları söylenebilir. Onlar içlerinde taşıyamadıkları kadar “kötü” duyguları dışarıya yollarlar. Yani, kendi başa çıkamadıkları bu olumsuz duygular kendilerinden değil de dışarıdan geliyor gibi hissederek bu yıkıcı duygulardan korunmaya çalışırlar.

Mesela kendi yetersizlik ve güvensizlik duyguları ile baş edemeyen bir kişi, iş arkadaşları tarafından sevilmediğini, küçük görüldüğünü düşünebilir. Burada kendi yetersizlik hissini görüp bunu anlamaya çalışmaz, kendisini o arkadaşı ile kıyasladığını bu yüzden kötü hissettiğini, olumsuz tavırlar sergilediğini düşünmez.  “O benden hoşlanmıyor, zaten işte kimse beni çekemiyor.” gibi açıklamalarda bulunur. Yani o duyguyu karşısındaki insanlara önce yerleştirir, sonra da orada bulunca, “İşte ben haklıyım, kimse beni sevmiyor.” diyerek kehanetini ispat eder.

Evrene pozitif enerji yollayan insanlar nasıldır?

Bu kişiler, kızgınlık, acı, hüzün, mutluluk gibi duygularını farkında ve kendilerini bu duygularla ilişki içinde iken bile olumlu yaşayabilirler. Eleştiri ve suçlamaları kabul edebilir, başkalarının durumunu da göz önünde bulundurarak kendi davranışlarını değerlendirebilirler. Davranışlarının ardında yatan sebepleri anlamlandırabilir, başkaları hakkında mantıklı değerlendirmeler yapabilirler. Durumlara pozitif bir yaklaşım ile eğilip, insanlarda da olumlu hisler uyandırarak kendileri ve çevreleri için tatmin edici ve anlamlı ilişkiler kurarlar.

Bu duygusal kapasiteye sahip insanların “depresif pozisyonda” olduğu söylenebilir. Bu durum depresyon ile karıştırılmamalıdır.

Hepimizde de bu her iki pozisyonun ögeleri zaman zaman az ya da çok oranda ortaya çıkıp kaybolmaktadır. Ama herkes bu durumlardan birine daha yakındır. Gergin ve stresli ortamlarda “paranoid şizoid pozisyona” yaklaşma eğilimi gösterirken, endişesiz ortamlarda daha çok “depresif pozisyonda” fonksiyon edebiliriz.

Peki, evrene negatif veya pozitif enerji veren insanlar nasıl yetişiyor?

Bu sorunun cevabı, bu kişilerin doğuştan getirdikleri mizaç özellikleri ve bunun üstüne gördükleri anne ve baba tutumlarının etkileşiminde yatıyor.

Zor bir mizaca sahip bir bebek ile sakinleştirici ve kapsayıcı bir ilişki kurulamadığı durumlarda depresif pozisyona geçme şansı verilmemiş olur ve bebek büyüse bile, savunmaları bu ilkel, paranoid şizoid pozisyona özgü renkleri taşır.

Regülasyonun temeli, anne ve bebek arasında ilk iki ayda yoğun duyusal ve duygusal yüklerin yaşandığı ve yüz yüze ilişkinin başladığı dönemlerde atılır. Bu yüz yüze ilişki, bebeği zihinsel ve sosyal pek çok bilgi ile zenginleştirir. Saniyeler içindeki uyumlu bir karşılıklı alışverişle gelişen bu anlar, bebeğin paramparça olan algısını ve farkındalığını annenin zihnini ve psikolojik alanını kullanarak düzene sokmasını sağlar.

İnsan yavrusu doğduğunda kendisiyle dış dünyanın sınırlarını ayırt edemez. Birkaç aylık olduktan sonra kendisinin annesinden ve diğer insanlardan ayrı bir varlık olduğunu anlar. Bu, çok önemli bir ruhsal gelişmedir ve bebek açısından ortaya çıkardığı birkaç hayati gerçek vardır. Bunlardan birisi beslenmesi ve bakılması için başkalarına ihtiyacı olduğudur.

Bebek kendisini bazen rahatlatan bazen de bu rahatlık anlarını kendisinden esirgeyen kişinin aynı varlık olduğunu anlamak için pek çok olumlu tecrübe yaşamaya ihtiyaç duyar.

Bebek için başlangıçta tek bir anne yoktur. Onun ihtiyaçlarını hemen karşılayan, hep mutlu eden bir iyi anne ve onu ağlatan, hemen rahatlatmayan, hemen karnını doyurmayan bir de kötü anne vardır. Böylece annesini bazen iyi bazen kötü, bazen cömertçe veren bazen esirgeyen, bazen sevgi dolu bazen düşman gibi algılar.

Şimdi önemli noktaya geliyoruz. Bebeğin bu gelişim düzeyine varmadan önceki çözümü iyi ve kötüyü birbirinden ayırmak, bölmektir. Yani, insanın hayatının başlangıcında, ruhsal gelişiminin bir evresinde iyiyle kötüyü birbirinden ayırdığı, iyiyi kötüden korumaya çalıştığı bir erken dönem vardır. Sonraları büyüme ve olgunlaşma sayesinde sağlıklı insanlarda bu durum ortadan kalkar ve iyi ile kötünün aynı bünye içinde var olabileceği anlaşılır.

Anne eğer duygusal olarak orada ve o anda bulunabiliyor ve bebeğin sakinleşmesine çoğunlukla yardımcı olabiliyorsa, bebeğin bu kutuplaşma ile baş etmesi daha kolay olacaktır. Fakat, aksine anne daha çok kendi gündelik veya varoluşsal sıkıntıları içinde bunalmakta ve bebeğin sakinleşmesini sağlayacak şekilde kendisini ona veremiyorsa, bebeklikte yerleşen bu iyiyi ve kötüyü bölme ve aynı bünye içinde var etmekte zorlanma mekanizması, büyüdüğünde de onun zorlandığı anlar ve duygularla baş etmek gerektiğinde sığınacağı bir mekanizma olacaktır. Bebekken zihninde ikiye ayırdığı iyi anne ve kötü anne farkını uzun süre aynı resimde birleştiremeyen bebek, yetişkin olduğunda da bu ayrıma bilinçdışı bir seviyeden devam eder.

Mesela, çok sevdiği ve çok şey paylaştığını düşündüğü sevgilisi ile ayrıldığında “O zaten korkunç bir insandı, benim onunla olmam saçmalıktı, hayatımın en kötü anılarını bana yaşattı.“ gibi bir kutuplaşma yapabilir. Bunu yaparken o kişi ile ilgili iyi hiçbir şeyi bu resmin içine koyamaz, iyi ve kötü anlar üstünde fikir yürütebileceği ortak bir alan açamaz.

Annenin sıkça değişen ruh haline göre değil de, bebeğin ihtiyaçlarına göre şekil alan bir ilişkide, bebek annenin ruhsallığını ödünç alır. Anne, bebek için düşünülemeyeni düşünülür hale getirir. Rastgele ve kaotik tepkiler yerine tutarlı ve tahmin edilebilir tepkiler alan bebek dış dünya ile ilgili gerçekliği ve kendilik duygusunu sağlam ve “pozitif” bir şekilde oluşturabilir.

İşte, dünyaya pozitif enerji yollayan insanlar böyle yetişir.

Diğer taraftan, duygularını pozitif şekilde idare edemeyen insanlar da hayatta başlarına gelen olayları değiştirip dönüştürebilme becerisine sahip olamadıkları için hayat onlara hep haksızlık yapıyormuş hissi ile olumsuz yaşantıların döngüsüne girebilirler. Arzu edenler bu duruma, evrene negatif mesajlar yolladıkları için başlarına negatif durumlar geliyor da diyebilir.