O günü asla unutmayacağım. Arabayı evin önüne çektim. İki yaşındaki oğlum ancak bir düzine kadar kelime biliyordu o zaman. Arkada kendisi için hazırlanmış koltukta oturmuş, Los Angeles’taki küçük beyaz evimize bakıyordu. “Ev” deyiverdi birden. Henüz bir buçuk yıl kadar olmuştu bizimle yaşamaya başlayalı. “Bu iyi bir şey” diye düşündüm. “Evet, Melese, evdesin.”

Geçen Noel’de çocuklarım için özel bir şey yapmaya karar verdim. Bir arkadaşım “The Nutcracker” gösterisi Debbie Allen versiyonu için bilet ayarladı. Matine sabah saatlerindeydi. Çocuklara o gün birlikte okulu asıp eğlenceli bir gün yaşayacağımızı söyledim. Giydirdim ve gösteri için çıktık evden. Sonrasında da pizza yemeye gidecektik birlikte. Çok eğlenceli olacaktı. Başka arkadaşları da gelmişti, çocukların çoğu Etyopya’dan evlat edinilmişlerdi. Gösteriye gittik. Melese daha çok öykü beklediğini söyledi, kızkardeşi Meazi ise gösterinin Tchaikovsky versiyonunu daha çok beğendiğini ekledi, ama ikisi de danslardan ve kostümlerden çok etkilenmişlerdi. Pizza yemeye gittik sonra. Meazi onu keman dersi için okula bırakıp bırakamayacağımı sordu, çünkü bnu kaçırmak istemiyordu. Melese de onun gibi düşünüyordu. Onları okulun büyük bahçesine götürdüm. Çocuk gibi hisseden sanki bir tek bendim. Okul yok, arkadaşlar ve pizza var. Bir de gösteri…

Keman dersinden sonra eve döndük. Mutfağa gidip akşam yemeğini hazırlamaya koyuldum. Meazi ve Melese mutfakta beliriverdiler birden. Sessizlerdi, belli ki yorulmuşlardı. Melese bana dönüp, “Anne, eve ne zaman gidebiliriz?” diye sordu. Yüzüme bir yumruk yemiş gibi hissettim. Neyi sorduğunu biliyordum. Olabildiği kadar sesimi normalleştirerek, “Evdesin zaten Melese, burası senin evin” dedim.

“Hayır, anne, Etyopya’ya demek istiyorum, ne zaman Etyopya’daki evimize gidebiliriz.”

Ne demek istediğini biliyordum. Ona böyle bir yolculuk planladığımızı ama sonrasında yine Los Angeles’a döneceğimizi söyledim. Orada yaşayan insanlar ve onlarla ilgili endişeleri hakkında konuşmaya başladı: “Kızkardeşimi bir daha görebileceğimi zannetmiyorum, çünkü onu çoktan toprağa verdiler” dedi.

“Kızkardeşini göreceğiz Melese, ona bir şey olmadı, hayatta ve iyi” diye karşılık verdim. Sonra da ona en son Etyopya’daki ailesiyle konuştuğumuzda aldığımız haberleri hatırlattım. Sonra gidip kızkardeşinin fotoğrafına baktık birlikte. Meazi masanın altında oturuyordu, oradan sessizce mırıldandı: “Bu konuda konuşmak istemiyorum artık anne. Çok üzülüyorum.”

İkisini de yanıma alıp bir koltuğa oturdum. Bir müddet öylece, sessiz sessiz düşündük sadece. Sonra aptalca bir şey söyledim: “Bu hayat kafanı çok karıştırıyor olmalı Melese.”

Gözlerimin içine öyle bir baktı ki kalbimin paramparça olduğunu hissettim. Disneyland, California Pizza Kitchen, özel okullar, keman dersleri, hiçbiri yetmiyordu. Hemen şimdi eve gitmek istiyordu. Etyopya’ydı onun evi. Etyopya hep onun evi olarak kalacaktı.

Aselefech Evans’la, artık 20 yaşına erişmiş, daha çok küçükken evlat edinilmiş bir arkadaşımla konuştum. O ve ikiz kızkardeşi Etyopya’dan 1994’te getirilmişlerdi. Ona “Kendini evinde hissediyor musun?” diye sordum.

“Genellikle evlat edinildiğim ailenin evindeymişim gibi hissediyorum. Ama bazen, hiçbir zaman hiçbir yere ait olamayacakmışım gibi geliyor. Aileni koşulsuz da sevsen, kendini onlardan farklı hissetmekten alıkoyamıyorsun. Bu konuda daha az düşünmeyi isterdim” diye cevap verdi.

Neşeli başlayan günümüz, hüzünle sona ermek üzereydi. Melese’i düşünüyor, onu evinde hissettirmek için ne yapabileceğimi düşünüyordum. Ev onun için bambaşka bir şeydi.

Ev coğrafyaydı. Onu Santa Monica Dağları’na tırmanmaya götürmemin işe yarayıp yaramayacağını düşündüm. Orada tıpkı Etyopya’daki gibi kocaman bitkiler görebilirdi. Belki bu işe yarardı.

Ev siyahilerin yaşadığı bir mahalledeki kafede sıcak çikolata içmekti belki. Genellikle çok utangaç olan oğlum, arada bir gittiğimiz kafedeki siyahi garson ona kahvesini nasıl istediğini sorduğu zaman Los Angeles Belediye Başkanı edasıyla bana döner derdi ki: “Anneme benziyor. O da çikolata ben de çikolatayım. Saçları da aynı.”

Ev kızkardeş demekti. Meazi geceleri ona dokunarak uyuyabilmek istiyor. Çünkü bu onun da iyi olduğundan emin olmanın bir yolu. İlk zamanlarda Meazi’yle uyuyordu bazen. Ama çok sürmedi bu durum.

Ev kendisi demekti. Geçen Şubat’ta Melese okulda bir tür devrim anı yaşadı kendince. Az konuşan bir çocuk olmasına rağmen birden durmaksızın konuşmaya başladı. Öğretmenleri konuşmayı videoya almışlardı. Melese’nin anlattıklarına inanmamız için videoları görmemiz gerekti. Bir noktada yağmurun nasıl yağdığını anlatıyordu. Kendine güvenerek, dinleyicilerinin gözlerinin içine bakarak, emin bir ifadeyle anlatıyordu bildiklerini. Düşüncelerini rahatlıkla ifade ediyordu.

Belki de Melese’i evinde hissettirmenin yolu onu biraz daha tek başına bırakmak, rengi ve hatıralarıyla rahat edebileceği daha fazla alan yaratmaktır. Belki sessizliği, sükuneti sayesinde kendi başına bulur burada ama evde olmanın bir yolunu.

Belki bir gün Los Angeles ve evimiz onun evi olur, artık kendini yabancı hissetmez burada. Belki de hayatı boyunca her yerde bir yabancı gibi yaşar. Belki Etyopya’ya yolculuk etmek iyi bir fikirdir. Belki daha çok arkadaş edinmeli, kendi geçmişiyle ilgili bilmeceyi çözmesi için beklemeli. Belki bütün bu karmakarışık hayat içinde, oğlum kendi yolunu bulur birgün.

Kaynak: Julie Corby, Inculture Parent

Not: Özetlenerek çevrilmiştir.